ATATÜRK

Forumla ilgisi olmayan her türlü sohbet muhabbet konuları (Maçlar, haberler gibi günlük ve güncel konular.)

ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:27

[ img ]

ANLI ŞANLI TÜRK BAYRAĞI / NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
<[GuzelGrubum] Anıtkabir Sanal Tur Uygulaması - Ankara Yayında / From: l ale gurman>
KARDEŞLERİM BENİM ÜYESİ OLDUGUM FORUMDAN GELDİ SİZLERLE PAYLAŞMAK İSTEDİM
Kurtuluş Savaşı'nın ve inkılâplarının önderi ve Türkiye Cumhuriyeti' nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün mezarın (ANITKABİR) bulunduğu yeri, Yurtiçinde ve yurtdışında yaşayan ulusumuza en iyi şekilde sanal gezinti sağlamak amacıyla Anıtkabir 'i ekranlarınıza taşıdık.

http://www.360tr.com/ anitkabir
( kardeşlerim öncelikle yüce önder MUSTAFA KEMAL ATATÜRKÜN YATTIGI YER OLAN ANKARADAKİ ANITKABİRDEN BÖYLE BİR ÇALIŞMA YAPANLARDAN EMEKLERİNE ELLERİNE KOLLARINA SAGLIK)


şu anda yaşadıgımız ve ölene kadar minnet ve şükranla anacagımız yüce önder MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'E olan saygı ona olan çok sevgi için açılmıştır bu konu........

****O'NLAR ÜLKELERİ MASA BAŞLARINDA PEŞKEŞ ÇEKİLSİN DİYE ÖLMEDİLER...
O'NLAR KANA SUSAMIŞ VATAN HAİNLERİNE TAVİZLER VERİLSİN DİYE ÖLMEDİLER...
O'NLARI UNUTMAYALIM, UNUTTURMAYALIM...
ŞEHİDİME...
Adalettin sen oğul;
Farkım var mı anam, dedin
Farkım var mı yoksul Mehmet'ten
Mehmet'i de bir ana doğurmadı mı?
Nedir farkım öyleyse...? Zenginlik mi...?
O yoksul Mehmet'te daha çok anam
Gönül zengini o, dedin...
Giderken...
Cesarettin sen oğul;
Başın dimdik, baktın gözlerime:
Bana onların kurşunu işlemez
Onların pususu bana sökmez anam
Sen yüreğin ferah tut.
Ben bir Türk Subayı
Arkamda Mehmet'lerim
Sökmez bana kahpe kurşunu dedin...
Ölsem bile ne gam...
Şehit olurum, sakın ağlama anam dedin
Giderken...
Umuttun sen oğul;
Gözümün nuru, hayatımın umudu
Biricik yavrumdun sen...
Dünya malı bir yana
Sen bir yanaydın...
İstesen, kabul etsen, gitmezdin
Gitmezdin kahpenin kurşununa
Gitmezdin dünyanın en pis savaşına
Umuttun sen, umudumdun...
Ben de bu vatanın umuduyum anam
Yakışmaz kaçmak bana, dedin
Giderken...
Oooyy oğul, cann oğuulll...
Kime ne diyeyim
Kime şikayet edeyim...
Şimdi al bayrağa sarılı
Şu boyundan uzun musalla taşında
Aynı dimdik başınla, onurla yatan
Şehitsin sen...
Yürek yangınım, şehidimsin sen...
Kime ne diyeyim oğul...
Kime şikayet edeyim...
Ağlamak isterim avaz avaz
Haykırmak isterim neden diye...
Şehit anasına yakışmaz, bağıramam
Söz verdim sana, ağlayamam... Gül KÜLCÜ (alıntıdır)

Varlıklı bir ailenin, yurtdışında eğitim görmüş tek çocuğu iken; paralı ya da kısa dönem askerlik yapmayı istemeyip, Türk Subayı olarak Güneydoğuya giden ve şehit olan bir fidanın ardından yazılmıştır... RUHLARI ŞAD OLSUN ALLAH RAHMET EYLESİN ÖNLERİNDE SAYGI İLE EGİLİYORUM.........
SEVGİYLE KALIN
En son omeralemdar tarafından, 29 Temmuz 2008 03:23 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 değişiklik yapıldı.
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA


Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:29

*ATATÜRK' ÜN YAZDIĞI TEK ŞİİR
Gafil, hangi üç asır, hangi asır,
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarih söylememiş bunu,
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak.
Yaşanan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa' nın Alpler' inde Oğuz torunları,
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz;
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar!
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gökteki gafletten perde,
Hakikat nerede?

SEVGİYLE KALIN.......*NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!!!!!

İSTİKLAL MARŞI

KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK
SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE TÜTEN EN SON OCAK.
O BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR, PARLAYACAK!
O BENİMDİR, O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK!
***
ÇATMA, KURBAN OLAYIM, ÇEHRENİ EY NAZLI HİLAL!
KAHRAMAN IRKIMA BİR GÜL... NE BU ŞİDDET, BU CELAL?
SANA OLMAZ DÖKÜLEN KANLARIMIZ SONRA HELAL.
HAKKIDIR, HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLAL.
***
BEN EZELDEN BERİDİR HÜR YAŞADIM, HÜR YAŞARIM;
HANGİ ÇILGIN BANA ZİNCİR VURACAKMIŞ? ŞAŞARIM!
KÜKREMİŞ SEL GİBİYİM, BENDİMİ ÇİĞNER, AŞARIM.
YIRTARIM DAĞLARI, ENGİNLERE SIĞMAM, TAŞARIM.
***
GARBIN ÂFÂKINI SARMIŞSA ÇELİK ZIRHLI DUVAR.
BENİM İMAN DOLU GÖĞSÜM GİBİ SERHADDİM VAR.
ULUSUN, KORKMA! NASIL BÖYLE BİR İMANI BOĞAR,
'MEDENİYYET!' DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR?
***
ARKADAŞ, YURDUMA ALÇAKLARI UĞRATMA SAKIN;
SİPER ET GÖVDENİ, DURSUN BU HAYÂSIZCA AKIN.
DOĞACAKTIR SANA VA'DETTİĞİ GÜNLER HAKK'IN,
KİM BİLİR, BELKİ YARIN, BELKİ YARINDAN DA YAKIN.
***
BASTIĞIN YERLERİ 'TOPRAK!' DİYEREK GEÇME, TANI!
DÜŞÜN ALTINDAKİ BİNLERCE KEFENSİZ YATANI.
SEN ŞEHİD OĞLUSUN, İNCİTME, YAZIKTIR, ATANI.
VERME, DÜNYÂLARI ALSAN DA BU CENNET VATANI.
***
KİM BU CENNET VATANIN UĞRUNA OLMAZ Kİ FEDA?
ŞÜHEDÂ FIŞKIRACAK TOPRAĞI SIKSAN, ŞÜHEDÂ!
CÂNI, CÂNÂNI, BÜTÜN VARIMI ALSIN DA HUDÂ,
ETMESİN TEK VATANIMDAN BENİ DÜNYÂDA CÜDÂ.
***
RÛHUMUN SENDEN İLAHÎ, ŞUDUR ANCAK EMELİ:
DEĞMESİN MA' BEDİMİN GÖĞSÜNE NA-MAHREM ELİ!
BU EZANLAR-Kİ ŞEHÂDETLERİ DİNİN TEMELİ-
EBEDÎ YURDUMUN ÜSTÜNDE BENİM İNLEMELİ.
***
O ZAMAN VECD İLE BİN SECDE EDER -VARSA- TAŞIM.
HER CERÎHAMDAN, İLÂHİ, BOŞANIP KANLI YAŞIM,
FIŞKIRIR RÛH-I MÜCERRED GİBİ YERDEN NA'ŞIM;
O ZAMAN YÜKSELEREK ARŞA DEĞER BELKİ BAŞIM!
***
DALGALAN SEN DE ŞAFAKLAR GİBİ EY ŞANLI HİLÂL!
OLSUN ARTIK DÖKÜLEN KANLARIMIN HEPSİ HELÂL.
EBEDİYYEN SANA YOK, IRKIMA YOK İZMİHLÂL;
HAKKIDIR, HÜR YAŞAMIŞ, BAYRAĞIMIN HÜRRİYET,
HAKKIDIR, HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLÂL!
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:44

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
*Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir!"
" Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır... Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."
Mustafa Kemal ATATÜRK
(alıntıdır)

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

**ATATÜRK BİR ÇIKIŞTIR, VARIŞ DEĞİL
Varmak tükenmek demek, Atatürk tükenmez, varmak ölüm demek, Atatürk ölmez. Ben ölürüm, benimle bir eksilir Atatürk, sen doğarsın, o doğar, başkaları doğar; sizinle bin doğar, bin çoğalır, bin yücelir, dünya sürer, yaşam sürer, sürer Atatürk.
Atatürk bir yönün adı, özgürlüğe, uygarlığa, ileriye bir parlamış bir sönmüş, işte yolun demiş,
Atatürk bir ufkun adı, dağın değil, Himalaya kadar bile olsa dağın değil. Dağ durur, oysa ufuk yürür. Her ufukta Atatürk büyür. Her ufukta yenilenir bir kez.
Atatürk bir ilk hızdır doğadaki, tohumu çatlatan bir güç kozayı delen ilk vuruş kuşun kanadındaki ilk günü koş demiş, atıl demiş sana, durulur mu?
Atatürk durmuş mu ki sen durasın?
Atatürk susmuş mu ki sen susasın?
Atatürk ölmüş mü ki sen ölesin?
Atatürk bir kavganın adı her gün yenilenen her gün değişen düşmana karşı. Bilgisizliktir bu düşmanın adı çok kez, geriliktir, aptallıktır, dönekliktir. Çıkarcılık, neme gerekçilik, vurdumduymazlık, korkaklık, eyyamcılık, yalancılık, bir bakarsın topla tüfekle yürür üstüne bir bakarsın gülücüklerle, okşamalarla gelmiş, bir bakarsın, seni ta içinden kemirir bir kurtçuk.
Atatürk bir ak törenin, bir buluncun adı, her gün bizi bir kez daha uyaran, her gün bizi bir kez daha yürüten doruğa. Yiğitliğe, namusluluğa, doğruluğa, her gün bir kez daha yarışalım diye kendisiyle o en güzele, en yüceye, en doğruya.
Orhan ASENA 24.9.1991 Ankara(alıntıdır)

***Yarın, 23 Nisan...
Babası öldü.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
(Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.)
Hastalandı...
Böbreklerinden.
Vuruldu...
Göğsünden.
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.
Evet...
Mustafa Kemal bu.
Yarın, 23 Nisan.
"Neşe doluyor insan" klişeleriyle falan olmuyor bu iş.
Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.
Bu bayram, onlara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.
İşte liste yukarıda.
Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.
Direnen...
Teslim olmayan ruhu anlatın.
*Korkmasınlar engellerden.
*Korkmasınlar yalnız kalmaktan.
*Korkmasınlar işsizlikten.
*Korkmasınlar parasızlıktan.
*Korkmasınlar alçaklardan.
*Korkmasınlar doğrulardan.
Yürek dediğin...
Sadece organ değil arkadaş.
Bunu anlatın. YILMAZ ÖZDİL (22,04,2007)(alıntıdır)

****HEPİMİZİN BİLDİGİ GİBİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (ARKADAŞLAR BİRAZ UZUN DUR KUSURA BAKMAYIN AMA TANIMAK İÇİN OKUYUN OKUTUN SAYGILARIMLA.......) <Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.>

Araştırmacı Yazar Prof. İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI KALEMİNDEN
Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal ATATÜRK dünya döneminin liderleri içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek liderdir. Üstelik diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin acısını yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük canlılığıyla, sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen dünyadaki tek lider.
Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi başarmak değil midir?
ATATÜRK’Ü biz hep tarihe mal olmuş yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK olarak.
Bu verdiğim örnek dünyada tek olan örnektir. Zaten herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan başkomutanı Trikopis. Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki Türk büyükelçiliğine gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ÜN resminin önüne geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında uyandırabilen bir Mustafa Kemal.
Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:
“Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal’i.
Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyor ki;
“Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.
Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyor ki ”Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir ? Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:
“Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
”Ben ATATÜRK’Ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum” diyecektir.
İşte o muhteşem belge diyor ki;
“ ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”
Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki “bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin” şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye benim dilim maalesef varmıyor.
Hadi gelin Haiti’ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti’ye baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere okumak istiyorum. Diyor ki “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir yerinde aynen şunları söyler; “Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’TÜR. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir.” 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa Kemal’in çok dışında bir Mustafa Kemal.
2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dedi ki “Ben Norveçliyim ve şu anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anlamını anladım” dedi. Hanımefendi “nedir o deyim” dedim. “Norveççe’de “ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi” ”nerelerde kullanırsınız” dediğimde “Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün”. O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorum ki galiba Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.
Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK’LE bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar gazeteci; ”Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle :
“Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz”. Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal’in ülkesi, Türkiyesi Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal’den. Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış “Bu gün Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım”. dedim yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.
Örnek vermeye devam edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e kadar o kadar çok örnek var ki. Ama gördük 1925’de 1938’de 1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye’nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de lider yetiştirme sorunu var.
Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama biliniz ki işte bugün sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK’LE sizinle paylaşacağım.
İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanırmısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?
ATATÜRK’Ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim...” derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadır da onun için.
Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim” diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetişdirdinmiki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?” der. Bahçıvan derki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der. Derlerki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutup ta ağaçtan uzaklaştırmak? Ama inanırmısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyormusunuz? İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.
Yıl 1930. Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. 1980 den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa Kemal aslında. Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu konferansımda. İlk acı parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle açmıştım, ikinci acı parantezim burada olacak. Hadi gelin 5 Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün. “ATATÜRK ve Türk kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk, televizyonu açtık. ikinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber verildi televizyonda. Haberi aynen aktarıyorum, diyordi ki “Amerika da eski bir ünlü bir müzikhal hiç yıkılmadan dünyada ilk kez uygulanan bir yöntemle raylar üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı” haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden biri kalktı bana ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak” diyince arşivimde 1930’da ATATÜRK’ÜN bu işi yaparken çekilmiş resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim kendilerine ve dedim ki ”şu anda ne söyleyeceksiniz bana?”. Bir genç kalktı ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim suç bizde mi? Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri”. Ama o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç, bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faksta aynen şu yazıyordu “İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada da mutlak suretle mesajı iletin dediler “Bu gün 1996, Amerika çekiyor raylar üzerinde iki metre, yerine yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre 80 santim, bir ağaç kurtarmak için” bu mesajı da çok iyi verin dediler. Yıl 1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz mi? İzlemediniz.
Ya hocam siz bize bir tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar ATATÜRK’ÜN hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğütözü’ne gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu yere. Söğütözüne ATATÜRK hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah ! burada bi kulübem olsaydı keşke”. “Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki”. “Paşam buradakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek şartla kabul ederim” der. “Burada yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim”. Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.
25 yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim bilir kaç belge var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı günler bizi okullar da bu kulübeye götürüpte burada anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir belediye başkanı yetişmezdi.
İşte bu anlamda sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN’u davet edelim. Tahsin COŞKAN o zamanın genç bir ziraat mühendisi. “Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. “Ya paşam hayrola” der. Atatürk, “Buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. “Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?” der.
ATATÜRK’ÜN cevabı ATATÜRK’ÇEDİR. Derki ”Ben en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu arada Tahsin ÇOŞKAN “Paşam burada hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. Derki “Tahsin buraya ziraatçıları getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili”. Biraz sonra Tahsin COŞKAN çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada hiçbir şey yetişmez“yazılı, altında da ziraatçıların imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar “BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ”. Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra. Peki 25 Mayıs 1933, ATATÜRK ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugün okullara soruyorum diyorsunuz ki ne yaptınız diye “ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık” öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir ama karı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir, herkes yemektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal ATATÜRK.
Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burada orman olacağını?” der. “Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN’ın burada bir şey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, buradaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burada ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. “Al dediler”, bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana “ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burada ne ekersen biçersin”. Ve hani Tahsin COŞKAN’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim” diyecektir.
Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK’E kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN’dı. Onu da ATATÜRK buraya müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil. Bu arada biz bu 130 belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın en acı örneğini Türkiye yaşadı zaten. Neydi o örnek “17 Ağustos depremi”. Evet deprem bir kaderdir ama kader olmanın ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930’dan beri bize “lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile oynamayın” diye bize örnek olan bir liderimiz varken yaşadık bu acıyı.
Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919 başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye götürüyoruz ve adına da “ATATÜRK Çiçeği” diyoruz. O ATATÜRK çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu “Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK’LE tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK’ÜN yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.
Peki başka bir lider varmı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka hiçbir lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya tarihi yazmamıştır. Diyor ki Mustafa Kemal ”çevre hareketi dışında eğer lider olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki içinizde öğrenci arkadaşlar var mutlaka sınıf başkanları vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu bi liderliktir sınırın nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi tek bir sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o liderliği kabul etmeyeceksin demektedir Mustafa Kemal.
Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız; dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal’e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK’ÜN ama soruyorum sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada “kültür antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir.
“Kültür Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil. Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım. Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra “gelin diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz”. Hemen geliyor diyor ki “arkeologlar toplanın”. Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyor ki Mustafa Kemal heyecanla; “kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir”. Yabancı arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular oradan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya rastlamıycaklardır.
Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince “bana Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN gelince “bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. ”Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki “a be Atam boldvilin’e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”. Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK’LE iddiaya girmek gibi, dedim “senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun”.
O sırada da “Sanat ve ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim “herhalde burada iddiayı kazandım”. Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk “Gel Cezmi gel, burada başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” der. Cezmi AR hayatının son günlerinde “ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; “Ben bir İnkılap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.
Bu arada ATATÜRK’ÜN her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen diyor ki ATATÜRK için “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”. Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.
Peki, tamam lafiyid ediyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı biyerde olurdu şu anda. ATATÜRK diyor ki” Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.
Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil. Sizi 1914 Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın bir dinlenme yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır rahatça dinlenmek istersiniz. Öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet’in, Fransız Türkoloğu Devin’in Türkoloji albümleri duruyormuş. Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal. Diyorlar ki “niye bunları okuma gereği duyuyorsun” verdiği cevaba bakın. onlara diyor ki “Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum”. Yıl 1914, gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin ÇALIŞLAR’ı çağırıyor ve eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor musunuz? “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak”. Yıl 1916, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi Mustafa Kemal’in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz kadın manzarası, değil ATATÜRK’Ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.
Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz tanıyoruz. Bilmeyen var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir kızım bir oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil Hatun’un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe Hatun’un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, düşman biraz geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun. Peki ne yapar? Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söylemiştir. Kafile başkanı komutanımız aktarıyor bunu. “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun” (yani şurada oturan bizler için şehit olan) “bu benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağ olsun” diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler içinizde anne olanlar var. Lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden sonraki kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıdı Mustafa Kemal.
Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve 75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür? Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler “nine kar sepeliyor hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına” dediğinde aldığı cevap ”dokunma ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler. hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul” diyen bir nineyi tanıdı Mustafa Kemal.
Albay Hulusi ATAĞ’ın kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve cephane taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar “bacım bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım” dediğinde aldığı cevap “adımı ne yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu” cevabındaki adımın ne önemi var önemli olan ülkemin adı ve gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda aynı şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü inanın, inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke mutlaka ama mutlaka biz olurduk.
Evet bu savaşta ATATÜRK dünyaya tek geçen Zekiye Hanım’ı tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10 Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış, dedim herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın, yapımcısı, dinleyicisi, konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya ilk geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok, hiçbir araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet bunu incelediğimde inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü duydum neden biliyor musunuz?
Cep telefonunuz var, faksımız var. Pek çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi geldi mi aman diyorlar bu gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama projesinin adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım’ın “MUTFAK PROJESİ”, inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu proje.
ATATÜRK Zekiye Hanım’ı, Nakiye Hanım’ı tanıdı bu savaşta. ATATÜRK Melek REŞİT’i tanıdı, Atatürk Şuküfe Nihal’i tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek askere götüren ama bu düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini öğrenmek için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği fırına atılarak yakılan Nazife Kadın’ı tanıdı bu savaşta. Bu savaşta ATATÜRK Taccülcalala hanımı tanıdı ATATÜRK üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı tanıdı, bu savaşta Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı tanıdı. İşte Nezahat kızımızın yanında şehit olan bir erimizin cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle yazmış “anne Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada niye olduğumu anlardın” demiş ve bu arada şöyle yazmış” biz Mehmetçik Nezahat’e Türklerin Jean d’Arc ’ı diyoruz” demiş. Bu bana acı geldi. Ben Jean d’Arcı ortaokuldan beri tanıyordum ama Nezahat’i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun acısını da o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben ATATÜRK ve Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için burada sadece adlarını anmadan geçemeyeceğimi gördüm.
Bu arada ATATÜRK okumuş da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de yazmış eşkenar üçgen demek için “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekir. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış gazetesi, ve bu gazeteleri okuduğum zaman bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim. “Sansür” kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı çünkü.
Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de aktarabilseydim. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?
İşte günümüzde 25 yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta bulunmak istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat 2005, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize somut örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dediniz ki demin Türkiye’deki sorunları sorduğumda size, dediniz ki önemli olan sorunların bir tanesi de ekonomik sorun. Peki Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize şunu öneriyor, diyor ki “ekonomiyle savaşta bir tek ATATÜRK’Ü örnek alsın yeter Türkiye”.
ATATÜRK’ÜN ekonomi ile de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun üzerine oturdum, Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK’ÜN ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk parasının değerini korumak. Peki, 1919’a baktım Türk parası Sterlin karşısında, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605 kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki 1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde yanlış okudum banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919’dan 1938 son dört ayına kadar, son dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört ayına kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son dört ayda ne oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi? %15. 19 senede %8. Bari ölümünü bekleseymişiz, ama işte problem bir takım yerlerde sanıyorum.
Bu arada bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927 tarih. 5 Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık size karşı, bugün 20 milyon liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız bizim nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler lütfen, ilerde maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan olabilirsiniz, ilerde aile kurabilirsiniz o da bir ekonomik sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik görüşleriyle ATATÜRK’Ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.
Bu arada biliyorsunuz 1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var. Ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929’da bütün dünya buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi etkilenmedin de, rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir %51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi rakamlar.
Peki ikinci örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere’de bir seçim yapılır. Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13, seçimden sonra birden 123 olur. Hiii derler kim yaptı bu başarıyı, Leslie Abdela diye bir hanımefendi. Leslie Abdela’yı tüm ülkeler çağırır, “ya bize de öğret metodunu da bizde kadını fazla sokalım meclise” derler. Leslie Abdela’yı Türkiye de çağırır. Şile’ye gelir, dolar alır anlatmak için. Ve işte sözlerinin özeti “İngiliz kadını bu başarıyı ATATÜRK’E danıştı”. Yani ben Türkiye ye tereciye tere satmaya geldim. Peki Leslie Abdela’nın uyguladığı projenin adını biliyor musunuz? “Mutfak Projesi” peki şöyle yazıyor şurada; “1919 dan beri biz Türk kadını ve ATATÜRK’ÜN peşindeyiz merak ediyorum iki kadın milletvekilinizde benim peşimde niye acaba” diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu metodu uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum Türk erkekleri şu anda meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç şüphe yok buna.
Peki bu arada dünyaya o kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir tanesi de üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda, bizden dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe alan kadın askerlerimiz; Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ama dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma. Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın unvanını taşır Kara Fatma. Ben geçenlerde Erzurum’a davetliyim, Erzurum Üniversitesi rektörümüz davet etti uçakla gittim. İndim uçaktan “off ayağım belim melim” dedim, bir an aklıma geldi, biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum’u 13 kadınla müdafaa ediyor, atına atlıyor Bursa’ya kadar geliyor, Bursa’nın Kurtuluşuna da tanık oluyor. Ben uçakla zor gittiğim yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu kadının yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve asla yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer Şerife bacıları tanısaydı.
Evet anlıyorum bu hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım zannediyordum. Şu anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma’nın savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa’ya kadar gelmiş, üç oğlunu şehit vermiş, kızının parmakları İzmit muharebesinde kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için bir konferans gerekir Kara Fatma’nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim gazetesini okurken Kara Fatma’yla yapılmış bir röportajı okudum, inanılmazdı. Gazeteci soruyor diyor ki; “çok fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik maaşı sana bağlanan maaşı kızılaya bağışladın” diyor. Verdiği cevap tarihi bir cevap aynen şöyle:
“Ben Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar karşılığında yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem olarak maşımı Kızılay’a bağışlıyorum” diyecektir. Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? ATATÜRK’E bir gazeteci sorar; “neden mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız” diye. ATATÜRK’ÜN verdiği cevabı aynen aktarıyorum:
”Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır.“ diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son kademeden en tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde ama alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ olsunlar, varolsunlar.
Dileyelim sizin nesle, genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara Fatmalar, Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma’nın örnek olabilmesi içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma parçası olarak Kara Fatma’nın olması lazım ki örnek alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK’ÜN şu sözü çok hoşuma gider diyor ki; ”Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur.” Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız sanıyorum.
Bu arada bir kadınımızı daha vermek istiyorum, Melek Hanım. Haçin katliamını hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca katledilmiştir. Hepsi öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca katledildiğini? Şair Melek hanım diye anılırmış Haçin’de. Şahadetinden sonra kolunun altından bir bohça çıkıyor, bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir destan yazmış. O anda gördüklerini kaleme almış. Mektupçu Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne demiş biliyormusunuz “inşallah okuna”. Ben 45 yaşımda bunu okuyabildim en sonuna da “bizden sonrakiler neler çektiğimizi bileler diye yazıyorum” demiş son iki kıt’ayı sizlere okuyorum
Meydan kazanı kurdular
Tüm bebeklerimizi kaynattılar
Gün görmedik anaları
Süngü ile oynattılar
Kundakları verdiler
Kanlı kundak yu dediler
Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
Kuzu eti diye hepimize zorla yedirdiler
Evet biz burada kolay bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz. Evet bakıyorum çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da gülümseyelim mi?
Lider dedik, ATATÜRK’ÜN resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi ciddi. Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç mi gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya’ya gidelim. Antalya yolunda mola verir kulağına bir türkü gelir “Ya bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu türküyü söyleyeni” der. küçücük bir çoban gelir. Derki “Sesin çok güzel bana da bir türkü okurmusun”. Başlar çoban “demirciler demir döver tunç olur” diye. bitince ATATÜRK dalmıştır “bis bis” der. Çoban böyle bakar. “Oğlum der bis” der “Çok beğendik tekrarla anlamına gelir”. Hiç nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya başlar. ATATÜRK türkü bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK’E “bis bis” der. Bu espri ATATÜRK’ÜN çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir sanatçımızın yetişmesi sağlanacaktır.
ATATÜRK’ÜN hayatta en hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında hiç hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK’E “sen Türklerin şahısın şususun bususun...”, feci dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyor ki Atatürk;“Şu yoğurt kasesini bana uzatır mısınız”. Adam yoğurt kasesi uzatacak, el insaf ayağa kalkıyor, önünü ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine giriyor. “Ah...” diyorlar “...adama taktı ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş durumda, bir de çok titiz bu konuda, şimdi bir fırtına kopacak”. adam perişan, ah paşam vah paşam derken “Ya niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim şimdi cacık yemiş olurum”. Evet, bu espriyle 25 yılın sonunda ATATÜRK’ÜN müthiş espritüel olduğunu keşfettim ve yeni hazırladığım konferansımın konusu ne biliyormusunuz? “ESPİRİLERİYLE ATATÜRK”. Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok güleceğiz ama inanın çok da düşüneceğiz.
Bir gazetecide Atatürk’e sorar “size de diktatör diyorlar ne dersiniz”. Atatürk şöyle bir bakar, “Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız “ diyecektir. Peki diktatör mü Mustafa Kemal bakalım.
İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri “ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz” der. “Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım” der. Yaveri; “aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki “Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması”. Var mı böyle bir şey! Bu insana diktatör demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan bayrağı serildiğinde bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp kaldırtan bir insanın kendi milletinin inancını çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan kişilerin işi olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.
Bu arada içimizde çok değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen arkadaşlarımız var. Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya ATATÜRK’ÜN oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .
Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul’a ATATÜRK diyorduk ya Ankara’ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor ;“Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir. Şimdi bakıyorum da hortumcunun soyguncunun hepsinin adı bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl oluyor bu diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil, beni bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı ama onu en iyi anlatan anılarla programıma son vermek istiyorum;
İşte ilki öğrenciler evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut SADİ. Şöyle anlatır Mahmut SADİ. “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa’ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK “Berlin Üniversitesine gitsin” diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı “Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var” telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu ”sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri dönmelisiniz”. Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel de şimdi gitme, git de orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme”.diyor.
Evet bu gün en büyük şikayeti ne Türkiye’nin? Beyin göçü. En iyi beyinlerimizi kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş? Ha o gün 11 öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci olsun, e-mail bilgisayar var. Yeterki şu iki cümleyi ifade edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir liderleri olsun.
İşte son anım, Nehire NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır “O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den ATATÜRK’ÜN Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin ERTUĞRUL’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar ATATÜRK “Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin ERTUĞRUL’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin ERTUĞRUL’u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi. “Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler “ demez mi. Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada”. Ama işte liderlik diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi bakalım baba iseniz başlatın programı gelmeden. Mümkün mü! Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet ki bu insan bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan bunu yapıyor.
Evet ATATÜRK ve onunla el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin üstünü anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim. Portakalı taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde, karpuzu dilimle yiyorlar, biz kelek çıktı mı atıyoruz, bir tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen pazara gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var; pazardan geçmek zorunda kaldık dedi ki bana “Türklerin özel bir günü herhalde bu gün”. “Neden” dedim? Eee baktı kadın naylon torba naylon torba yok öyle bir dava, böyle bir nimet nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Yahu ülkeme dönünce ne isteyeceğim biliyor musun”. “Ne” dedim. “Türkiye’yi isterim de isterim diye tutturacağım” dedi. Bir espriydi ama bir gerçek payı da olduğu su götürmez.
Peki yerin altına geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama petrolün zekasına hayranım. Neden mi? Burada çıkıyor, burada çıkıyor, burada çıkıyor ama Türkiye’nin sınırını ezberletmişler petrole, bir kilometre girmiyor içeri. Var mı böyle bir petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü de geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir derece zengin maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye’de değil dünyadaki eni iyi uranyum rezervi bizim Karadeniz dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize bakıyor biz ona bakıyoruz ama Türkiye’nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.
Yabancı ülkelere gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle bakıyorsunuz. 15 ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir tarih var altımızda.
Romanya devlet bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal tesis yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum’a gittim kaynıyor, Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa’ya gittim kaynıyor, İzmir kaynıyor. Sadece bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var çünkü elimizde.
Geçen gün Isparta Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti rektörlük, oraya gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler. Kayak merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz’ta. Bir buçuk saat sonra, Antalya Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans için Antalya’ya indim. Millet denizde yüzüyordu. Var mı böyle bir ülke söyleyin bana. Bir buçuk saatlik mesafede. Bursa, Uludağ’a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya’ya gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke. Dünya yuvarlağını çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke söyleyin bana, ben bulamadım. Ya güneşi var ya karı var ya denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.
Peki bu kadar özel ve güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten kurtulur mu? Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede.
Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, Kürt - Türk dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, ATATÜRK’ÇE olan – olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir alan-alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.
Yeni ATATÜRK’LER yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle programıma son veriyorum.
ATATÜRK de et artı kemik artı kandı,
İnsanüstü değildi yani ATATÜRK,
ATATÜRK de herkes gibi kusurları olan,
Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi,
Ama güzeldi
ATATÜRK yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Aylayı,
Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
Miri kelam bir İstanbul efendisi.
Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
Ama Karadenizli değil Karadeniz kadar canlı,
Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,
Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.
Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
İnsan üstü değildi ATATÜRK,

http://www.evkultur.com/evler/evler/ata ... arsiv3.htm
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:50

*ATATÜRK'DEN VECİZELER
*Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.
*Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz.
*Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.
*Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.
*Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.
*Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.
*Milli mücadelelere şahsî hırs değil, milli ideal, milli onur sebep olmuştur.
*Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
*Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
*Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır.
*Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.
*Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir.
*Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.
*Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
*Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.
*Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün icaplarını tatbik edeceğiz.
*Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve yükselmektedir. Büyük Türk Milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla arttırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu vazifemizdir.
*Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.
*Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.
*Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti bir kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.
*Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.
*MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
*Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avıdır.
*Türk demek dil demektir.
*Bu memleket tarihte Türktü. Bugün de Türktür ve ebediyyet Türk olarak kalacaktır.
*Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
*Medenî olmayan insanlar,medenî olanların ayakları altında kalmaya mahkumdur.
*Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır.
*Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım.
*Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeler vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.
*Hiçbir millet, diğer bir milletin yaptığı usulleri telakki ve taklit etmek cihetini iltizam etmemelidir.
*Millete efendilik yoktur. Hadimlik vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.
*Ölülerden medet ummak, medenî bir toplum için ayıptır.
*Hakikati konuşmaktan korkmayınız.
*İnsanları yükselten iki meziyet vardır: Erkeğin cesur,kadının iffetli olması.
*Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz, Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı, Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.
*Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize; görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, millî ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.
*"Efendiler ;
Yüzyıllardan beri Türkiye'yi idare edenler çok düşünmüşlerdir, fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir; Türkiye'yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk Vatanın Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde karşılayabiliriz: O da artık Türkiye'de, Türkiye'den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü selamet ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.."
*"Efendiler ;
Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki istiklal vardır ki ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin ?.. Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir."
*Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin,
hiç kimseyi aldatmayacaksın.
Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin.
Herkes senin aleyhinde bulunacaktır,
seni yoldan çevirmeye çalışacaktır.
İşte sen burada direneceksin.
Önünde sonsuz engeller yığılacaktır.
Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek,
kimseden yardim gelmeyeceğine inanarak bu engelleri asacak,
ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin
*Sakal...
Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karsısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali yanıt verir;
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh;
- “ Emrin olur Paşam ” diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir, Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim
der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır;
- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
*Kurtdereli...
Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.
Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor.
*Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim
Atatürk bir sabah florya’dan dolmabahçe sarayina dönüyor. Yesilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve basyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sirada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanindakilerle trene biniyor. Karar ani verildigi ve tatbik edildigi için bu trene binis hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her seyden habersiz olan kondüktör ata’nin bulundugu kompartimana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanindakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanindakiler cevap verirler.
- pasam biz mebusuz. Tren bileti almayiz. Parasiz seyehat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazi hiç begenmedim, der. Çok ayip ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçilik!
Ali Kılıç
*Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma ...
Sivas kongresi sonrasi, heyeti temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlastirildiktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle ankara’ya geldiklerinde keçiören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmislerdi. Daha sonra Mustafa Kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlügü binasina yerlesti. Burasi hem evi, hem çalisma yeriydi.
O tarihlerde ankara vilayetinin sehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayranci’da bag evleri vardi. Bunlar arasinda Çankayada papazin bagi olarak adlandirilan iki katli ev Mustafa Kemal’e armagan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köskü oldu. Iki katli binaya 1924’de ilaveler yapildi fakat bina isitilamiyor idi. Zafer, inkilaplar, cumhuriyet, dünyanin üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna sahsiyeti, mütevazi de olsa yeni bir devlet baskanligi konutunu zorunlu kiliyordu.
Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dis cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yesilin her tonu ile ve planin esasi Mustafa Kemal’in olan yapi 1932’de tamamlandi ve ayni yilin haziran ayinda da tasinildi.
Pembe köskün dösenmesi için bütçede pek mütevazi para vardi. Gazi, gerekli olani sahsi imkanlari ile karsilama karari aldi ve kendisine tavsiye edilen o günlerde beyoglu istiklal caddesinde bir türk’ün açtigi dekorasyon magazasi sahibi Selahattin Refik beyi ankara’ya davet etti. Binayi gezdirdi, arzularini açikladi ve kendisinden teklif istedi.
Kisa süre sonra kendisine sunulan tasariyi inceledi, muhatabi konuyu gerçekten biliyordu ve anladi ki, kendisini taniyanlarca da uyarilmisti. Buna ragmen teklifleri hazirlayanlari kirmadan ülkenin mütevazi imkanlarini izah edebilmis olmanin rahatligi içinde feragatlar istedi. O sirada ata’nin yaninda olan Ankara belediye baskani asaf İlbay bey Ata’nin su açiklamasini kaydeder.
“biliyorsunuz burasi cumhurbaskanligi köskü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin dogrudan seçecegi zatlar gelecek. Bu esyalarin parasini benim sahsen verdigimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlis hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapilamadigi bütçe darligi içinde israf yapildigini düsünenler bulunmaz mi? Bir endisem de karar mevkinde olanlarin sahsi arzularini devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra Selahattin Refik bey’e döner:
“sahsi imkanlarin olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrisi tercih etme tercihindeyim. Beni anliyorsunuz zannederim.” Der.
Cemal Kutay, Atatürk olmasaydi
*Bayrağa saygı
Atatürk bu engin insanlik duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygi ve bagliligini izmir’e girdigi sirada da göstermisti... O’na İzmir’de Karsiyaka’da bir ev hazirlanmisti ki, bu evde isgal esnasinda Yunan krali Konstantin’de kalmisti... Evin sahibinin oglu ile hazirlikta çalisanlarin bazi yakin akrabasi Yunanistan’da esir bulunuyorlardi; isgal esnasinda, bütün Türkler gibi çok izdirap çekmislerdi; içlerinden yaraliydilar ve yunanlilardan öç almak atesiyle yanip tutusuyorlardi. Bu duygularin etkisi altinda evin dis merdiveninin üzerine, muzaffer baskomuta’ninin basip geçmesi için, ipek bir düsman bayragi sermislerdi...
Atatürk yere serili bayragin önünde durmustu; etrafinda bulunan kadin-erkek izmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabanci kral bu evden içeri, bizim bayragimiza basarak girmisti; siz lütfedin, bu karsilikla o lekeyi silin. Burasi bizim sehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvariyorlardi.
Hiçbir durumda benligini ve sagduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatli bakis ve sesi ile:
“o, geçmiste hata etmis; bir milletin iskitlalinin timsali olan bayrak çignenmez, ben onun hatasini tekrar edemem,” cevabini vermisti ve ancak bayragi yerden kaldirttiktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmisti...
Soyak, Hasan Rıza; Atatürk’ten hatiralar, s. 136 bu kitabı tavsiye ederim çok güzel bir kitapdır
*Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalik bir halk kitlesi iskelede etrafini çevirmis bulunmakta idi. Bir kadinin, elinde bir kagitla Atatürk’e yaklastigi görüldü. Ihtiyar, zayif bir kadindi. Ata’nin yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanidin mi ogul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komsunuzdum. Bir oglum var; devlet demiryollarina girmek istiyor. Siz onu alsinlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oglumu yine ise almamis..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakisli gözleri samimiyetle parladi... Elleriyle genis jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oglunu almadilar mi? Dedi. Ben tavsiye ettigim halde mi almalidar? Ne kadar iyi olmus... Çok iyi yapmislar... Iste Cumhuriyet böyle anlasilacak...
Kadin kalabaligin içinde kaybolmustu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle:
- iste Cumhuriyetten bekledigimiz netice... Diyordu.
Köymen, Hulusi; Atatürk’ü anmak kitabindan, s. 260
*Olur sey degil
Muallimler ankara'da bir içtima yapmislar, içtimaa iki üç muallim hanim da istirak ederek salonda ayri bir yere oturmuslardi.
Muallim hanimlarin içtimaa gitmelerini hos görmeyen meclis'in sariklilari gaziye sikayete gidiyorlar.
Gazi kizarak :
- "kimmis muallimler cemiyeti reisi ? Çagirin onu !"
Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girinci gürleyen bir sesle çikisiyor :
-"siz muallimler içtimamda ne yapmissiniz ? Ne ayip sey bu ?"
Mazhar Müfit sasakalir. Gaziden bu hareket mi beklenirdi ? Sariklilar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sariklilar nes'e içinde gazinin sesi hep ayni tonda devam ediyor.
- "olur sey degil olur sey degil !"
Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyecegini sasirmis bir halde cevap vermeye çalisiyor :
-"efendim vallahi... "
- "birak birak ben hepsini biliyorum; içtimaa muallime hanimlarida çagirdiniz. Fakat onlari niye ayri siralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadiniz yok, türk haniminin faziletine mi ? Bir daha öyle ayrilik gayrilik görmeyeyim, anladiniz mi ?
Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari sh 59
*On yıl sonra...
Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altimizda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardi. Söför de Türk degildi. Yola çiktik, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuzalti yasinda zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nin ne demek oldgunu arkadaslari bilirler. Kizdi ve asabilesti. Söförü azarladi ve kendisi makinayi harekete geçirmege ugrasti. Tabi muvaffak olamadi.
Ben, doktor Refik Saydam ve Kazim Dirik bir kösede duruyorduk. Dogrusu, içimizden neden ise karistigina hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. Içimizden geçeni anlamis gibi bize bakti ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptigimiz yollarda, Türk söförleri bizi istedigimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. Içimizden geçenlerin ne oldugunu bilmem anlatmak lazim mi? Aradan tam on yil geçti. Ben birinci umumi müfettis idim. Diyarbakir’a gelmisti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanina çagirdi ve Türk söförle islemeye baslayan makineyi isaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!
Dr. Ibrahim Tali Öngören
*Şef asker mi sivil mi olmalı?
Çankaya aksamlarindan biri. Bazen Atatürk soruyor, bazen de Atatürk’ e soruyorlar. O’ na diyorlar ki:
- sef asker mi, sivil mi olmali? Cevap veriyor:
-sef, sef olmali. Ister sivil, ister asker.
Bu cevabi ile “sef” ligin rütbede ve elbisede degil, ruhta ve kafa yapisinda oldugu hakikatini veciz sürette belirtmis oluyor.
Nükte ve fikralarla Atatürk
Niyazi Ahmet Banoglu
*Vatan işlerinde korkmak olmaz...
Sivas'ta vatan bütünlügü ve bütün millet adina bir kongre toplamaya karsi olanlar çoktu.
Isgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birligi etmislerdi. Binbasi rütbesinde bir fransiz jandarma subayi, yanina bir tercüman alarak sivas valisine geldi.
"eger burada kongre toplanirsa fransizlar sivas'i isgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan'da toplanmasini söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili Kasim da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, ingilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni isgaller yapmak santaji ile kendi çalismalarina engel olmak istediklerini hatirlatarak bu blöflere kulak asmamalari cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksami Sivas'a varilmistir. Sehirde ne kadar fayton ve yayli araba varsa hepsini karsilayicilar tutmuslardi. Yalniz hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalik arasinda fransiz subayin tehdidi üzerine telaslanan genç rasim'i Gören Mustafa Kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtulus Savasi’nda Sakarya Zaferi nasil bir kader dönümü olmussa, anadolu'da yeni devletin kurulusunda sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardir.
F. Rifki Atay, Çankaya
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:51

*Samsun Gezisi...
Serbest firka'nin kurulusu ve kaldirilisi :
Gazi, 1930 yilinin kasim’inda Kayseri yönünde trenle yurt gezisine çikmisti. Yol arkadaslarina ilk sordugu soru;
"serbest firka'yi kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasim 1930'da gazi Samsun'a varmisti. Samsun'da olaganüstü önlemler alinmistir. Halk asker kordonlarinin arkasina sinmistir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (Bosnakzade Ahmet Bey).
"Belediye baskani nerede? Nasil olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye baskani serbest firka’li oldugu için vali tarafindan davet edilmemistir. Hemen belediye baskani’ni bulup masaya getirirler. Söz serbest firka'dan açilir. Gazi serbest firka'nin kendinden beklenen isleri göremeyecegi, memlekette gericiligin ve inkilap disi akimlarin bundan yararlanacagi düsüncesi ile serbest firka'nin kapatildigini anlatir ve sonunda belediye baskani’na dönerek der ki;
"simdi baskan bey, siz de artik kaldirilmis olan bir partinin belediye baskani olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, degil mi? Istifa ediniz" ama belediye baskani’nin yaniti baskadir.
"Pasam, ben serbest firka'yi temsil etmiyorum. Bu seçim halkin bana karsi bir güveni seklinde ortaya çikmistir. Eger bu görevden istifa edersem, halkin gösterdigi yakinliga ve güvenine karsi gelmis olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düsündügünüz dogru. Dilediginiz gibi olsun." yanitini verir.
*12 eylül 1929 tarihinde ankara’da paris büyükelçisi Fethi Okyar’a cumhurbaskanligi genel sekreteri Tevfik Biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri fransiz hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitaplari gönderir, arkadan yeni siparisler gelir, ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, Fethi Okyar bunlari da gönderir.
18 kasim 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalniz tarih-i kadim’e ait kismi yok, yani milattan sonra basliyor. Bunu ikmal edecek kisimin da lütuf buyurulmasini reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalniz bunlarin bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakin arkadasidir, kitaplarin bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitaplarin bedeli paris’e gönderilir.
1930’da Fethi Okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiligi’ne Münir Ertegün atanir, atatürk’ün kitap siparisleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamini bilal simsir söyle anlatir:
“Münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarindaki faturasini da disisleri bakanligi’na yollar. Büyük bir hukukçu olan Münir bey, büyükelçilik ve bakanlik bütçesinden cumhurbaskani için harcama yapilamayacagini herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çignesek ne çikar, diye düsünmüstür. Bu yüzden disisleri bakanligi ve sayistay kendisinden hesap soracak degildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanilmaktadir, çankaya’nin böyle seylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, disisleri’nin kitap, brosür tahsisati vardir, fatura bakanliga gönderilmis, bedeli o tahsisattan ödenmistir, dese bile...
Çankaya faturalari disisleri bakanligi’ndan alir, 571 frank, 80 santim is bankasi araciligiyla paris’e gönderilir.
*Atatürk'ten Sovyet Elçisine "Asla Bolşevik Olmayacağız"
Ankara’nin subat ayina tesadüf eden oldukça soguk ve karli bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmistir. O zamanin bütün mümtaz simalari orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemisti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandiran mes’ut bir haber baloya yayildi:
- Gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imisler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki rus sefiri de baloya gelmisti.
Bir aralik sefir, salonunun ortasina dogru ilerlemekte olan gaziye yaklasarak fransizca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müsterek bir gaye ugrunda varligini kurtarmaga çalisan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskari ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek serefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzatti, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kiymetli atamiz bu çesit eglence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdi. Onun için bütün yabanci gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandirdi:
- ekselans, gösterdiginiz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Tesekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalidir. Yalniz suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza ragmen asla bolsevik olmayacagiz !
Atatürk’ün nükteleri, hilmi yücebas
*Atatürk’ün Eşitlik Anlayışı...
Atatürk birgün dolmabahçe’den gizlice çikar Topkapi sarayi müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapiciya tanitir, fakat kapici henüz saat 9 olmadi, memurlar da gelmedi Atatürk degil, kim olursan ol, bekleyeceksin der.
Hiç süphe yokki , kapici atatürk'ü tanimamis ve birden fazla bu sözlere muhatap bulundugu için gelenin Atatürk olabilecegine inanmamistir. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk'ün kapicinin sert cevabi karsisinda israr etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin 9 olmasini ve memurlarin gelmesini beklemesidir.
Yazilmayan yönleriyle atatürk, S. Arif Terzioglu sayfa 4
*Satı Kadın...
Ankara'da yakici bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaslari ve yaverleri oldugu halde Kizilcahamam'a giderken Kazan köyü yakinlarinda durmus ve otomobilinden inmisti. Köyün kadini, genci, yaslisi, ihtiyari köylerin içinden geçen, sosede duran bu yabanci konuklari görünce hep kosustular. Kimi su seyirtti, kimi ayran , bunlardan biri, gügümünden aktardigi soguk ayrani ata'ya uzatti:
- bir soguk ayran içermisiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurdugu yüzünde bronzlasmis Türk kadinin en bariz ifadelerini tasiyan, bir türk anasi idi. Bögrüne sikistirdigi kundagi biraz daha bastirdiktan sonra, sag elindeki ayran bardagini uzatti, bekledi. Ata'si, ayrani kana kana içmis ve biran durakladiktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormustu
Köylü kadini,yüzü tunçlasmis, elleri nasirli bir Türk anasi Ankara'nin kendine has sivesi ile kocasinin Sakarya harbinde bogazindan yaralanmis bir cengaver oldugunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman dogdun?
- 1919'da Atatürk Samsun'a çiktigi zaman dogdum.
Ata, bir an düsündü. Yil 1934 idi. Kadinin bu ifadesine göre 15 yasinda olmasi lazim gelirdi. Halbuki karsisindaki kadin 25 yaslarinda görünüyordu tekrar sordu :
- nasil olur
- evet , nasil olurdu .bu sati kadin hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin isgal altinda geçirdigi aci yillari ima ederek:
- evet pasam,ondan evvel yasamiyordum ki !
Bu espiri ata'yi bir hayli düsündürdü. Ayrilirken yaverine kadinin ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz sati kadini büyük millet meclisine giren ilk kadin milletvekili olarak görmekteyiz.
Yazilmayan yönleriyle Atatürk, S. Arif Terzioglu sayfa 22-23
*Babalık Duygusu...
Düğün, O'nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata, ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.
çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi: "Öpeyim mi?"
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk, çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk: "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim." diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?
*Mutlu Bir Dalgınlık...
Savaşın sıkışık zamanlarında orduda bozgun yaratabilecek davranışları komutanların hemen o anda kendİ elleriyle ölümle cezalandırmaları bir görenektir. Birinci Cihan Savaşında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutan dile düşmüştü.
Bir gün Atatürk'ün sofrasında bu konu ele alınmış tartışılıyordu. Kendisi bu çareye hiç bir zaman baş vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz duygusuz kişiler olduğunu söyleyerek:
- Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık beni bu kara lekeden kurtarmış oldu diyerek olayı anlattı:
Kurtuluş savaşının başında, herkesin kendini sonsuz birer baş saydığı o günlerde bir tanıdığının, hiç bir hoşgörürlükle bağışlanamayacak ağır, çok ağır bir suç işlediğini haber almış. O denli üzülmüş ve öfkelenmiş ki ne olursa olsun, o herifin cezasını kendi eliyle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapılmış. Hemen arabasına binerek suçlunun kırdaki evine koşmuş. Yolda giderken de, pantolunun arka cebinde duran tabancasını, kolay olsun diye paltosunun cebine aktarmış.
Arabayı uzaktan görüp tanıyan adam konuğu buyur etmek üzere evin kapısını açarken Ata da bahçe kapısından içeri giriyormuş. Hemen o anda tabancasını çekmek için elini arka cebine atmış, cebi boş!
Tabancanın yerini değiştirmiş bulunduğunu hatırlayıncaya dek adam işi anlamış, hemen geri dönerek arka pencereden atlamış ve o semtin bağları içinde görünmez olmuş.
Ata onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan başka bir şey yapamadığını anlattıktan sonra sözününü şöyle bitirmişti:
-İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu mutlu dalgınlık kurtarmıştı.
*Mustafa Kemal ve General Toenshend
Birinci Dünya Savaşında Irak'ta İngilizlerle savaşıyorduk. Bir aralık ele geçirdikleri Kutülemara kalesini az sonra bizim ordu çevirmiş, epey uğraştıktan sonra düşürmüş, içindekileri de komutanları General Townshend ile birlikte tutsak etmişti. Komutan İstanbul'a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada'da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü.
Anadolu'da Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra General Townshend'in güney kıyılarımızdaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Ata onu Konya'da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca general şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor:
- Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka bir Kemal sanmıştım.
- Nasıl bir Kemal?
- Kütülemara'da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onm sandım da...
- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de olabilirsiniz. Buyurun, oturun.
General oturur. İki asker, iki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.
General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Paşa şöyle bir öneride bulunur:
- Ben Ankara'ya döneceğim, Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim? Onlarla da tanışmış olursunuz.
Ankara'ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönrnek üzere vedalaşırken Paşa ona soruyor:
- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?
- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.
Paşanın karşılığı şu olmuş:
- Bunu biliyordum; fakat bu halin size de sezdirilecek bir derece de olduğunu şimdi anlamış oluyorum.
*Sakarya Savaşından Dönüş...
Sakarya Meydan Savaşı Türk silahlarının utkusu ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönüyormuş. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başbuğuna törenli bir karşılama düzenlemişler. Ankara garından başlayarak şehire doğru yolun iki yakasında sıra ile dizilen hükümet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyorlar ve arkasına takılarak büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.
Meclis binasının önüne gelinmiş, Gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: "Cemaat" halinde Hacı Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun "yüksek maneviyatnın yardımıyle" kazanılan bu büyük utku için orada dua edilecek, sonra Meclis' e dönülerek nutuklar okunacak.
Gazi:
- Öyle şeyolmaz, yurt toprağını karış karış kanını
akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! deyip doğruca Meclis binasına sapmış.
Ata bu olayı anlatırken sözüne şunu da kattı idi:
- Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların "maneviyatı" olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.
*Bagimsizlik Davasi
Birgün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:
-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı.
-"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..."
-"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."
*SAVARONA
Atatürk' ün İstanbul' daki mutluluklarından biri Florya' yı keşfetmesi oldu. Birkaç gidip gelmeden sonra buradaki plajı canlandırmaya karar verdi. Deniz köşkü, alaturka deniz hamamı gibi birşeydi. Atatürk denize o kadar ihtiraslı bağlanmıştı ki yıllarca yaz aylarını adeta su içinde geçirdi. Yüzme ve kürek idmanları yapar ve burada da halktan ayrılmazdı. İlk projeye göre Atatürk Köşkü kumsalın sonundaki bir tepecik üstüne yapılacaktı, aşağıda da bir banyo yeri hazırlanacaktı. Kalabalıktan uzaklaşmayı istemedi. Yine ilk projeye göre demir yolu geriye alınacaktı:
Canım, dedi. Ankara' da dağ başında yaşıyorum, İstanbul' da Saraya hapsoluyorum; bırakın burada gelenleri gidenleri, hiç olmassa tren gürültüsü duyayım.
Son zamanlarda Şile' yi görmüş, pek sevmişti yaşasaydı orasını da canlandıracaktı.
Büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul Yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla bir defa Karadeniz' e çıkmıştı. Sert bir havada yat az daha batıyordu. Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul' dan uzaklaşınca Denizyolları' nın bir yolcu gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu. İşte Atatürk' e yeni bir yat alınması bu gereksinimden doğmuştu.
Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu Savarona, ileri sürülen bir düşünceye göre Amerika' ya sokulmadığı için, ucuza almıştı. Planlarını görmüş ve yatı çok beğenmişti. Ne yazık ki yat geldği zaman Atatürk'ün ölümcül bir hastalığı vardı. Pek sevdiği bu yatta çok zamanı yatakta geçirdi. Bir gün şöyle dedi:
-Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim? Atatürk' ü ölüm yatağına Savarona' daki kamarasından bir koltuğun içinde ancak götürebildiler. Yat Dolmabahçe Sarayı önünde boynunu bükerek Atatürk'ü boşuna bekledi.
*Vatanin TopraĞi Temİzdİr
Kral Edward (Edvırd) İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motara binerek Dolmabahçe sarayı'na yanaştı.Atatürk de rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalı idi.Kralınbindiği motor inip çıkıyordu.Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı.O sırada Atatürk de kıralı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu.Bunu gören kral bir mendile elini silmek istediği anda Atatürk:
-Vatanımın toprağı temizdir, o elinizi kirletmez! diyerek,elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.
*Üç İnek Hasreti
Korkunç bir kış günü... Atatürk sabaha karşı şu emri verir: "Bu kış kıyamette memleketim ne halde olduğunu görmek isterim.Otomobille görmeye çıkacağız." bugüne göre zaten yetersiz,bakımsız olan yollar kapalıydı,buna rağmen hareket edildi.Öndeki askeri araç dahi karlara saplanıyor.Atatürk'ün arabası, zaman zaman kendisi de inerek, çekiliyordu.Bir tepe aşılıyor ki tek başına bir köylünün telaşlı telaşlı koşuştuğu görüldü,çağırttı,sordu:
"Bu havada dağ başında ne arıyorsun?"
"İneğim kayboldu paşam."
"Seni kurtlar yer bu havada."
"İneğimi yedilerse ko beni de yesinler."
"İneğin kaç lira kıymetindeydi?"
"Eh, elli altmış kağıt ederdi."
Gazi, yaverine emretti:
"bu vatandaşa yüz lira verin, bir de otomobile bindirin."
Köylü karşı çıktı:
"Sana rastlamak benim talihimdir,ama yine de kendi ineğimi ararım.Verdiğin yüz lira ile iki inek alacağım, benimkini de bulursam eder üç... Bu benim düşümdü. Sana rastlayan bahtlı adamın üç ineği olması çok mu?"
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:54

Gaziye Peynir Getiren Teyze
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sahabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da....Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
Mustafa Bilge Işıktürk © Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu...

*****Gazi Mustafa Kemal, bu işler için muhakkak ki, hukuk kitapları okumuştur. Fakat onların hiçbirisini, aynen uygulama alanına koymamıştır.
Hatta bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir Türk hukukçusu, kendisine: "Bu uyguladığınız esaslar hiçbir hukuk kitabında yoktur" diyor.
Mustafa Kemal'in cevabı şudur:
- Uygulanıp denenişler, kural ve prensip haline gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız.
*1923'te Konya'da verdikleri demeci, ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar okutturuyorlar. Muhtar Bey (Şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor:
- Yaşasın Başkomutan!
- Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun?
Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla:
- Hele, diyor ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın!
Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor:
- Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabiîleştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak, "ferdî millet" kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim:
- Paşa, paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız!
Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da, "Posta, bunu dışarı çıkarınız!" deseydi. Sesi yine heybetleşerek:
- Fakat diyemezdi, Muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi!
Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor:
- Yaşasın Mustafa Kemal!
*Doktor Asım:
- Atatürk'ü istasyonda gördüm, dedi. Doktor olarak durumunu beğenmedim. Arkadaşları da burnunun kanadığını söylediler. Ben kanamanın burnundan olduğunu sanmıyorum; görünen duruma göre, bir karaciğer kanaması olması akla daha yakın. Eğer böyle ise, durum vahimdir, dedi. Dünya başıma yıkıldı sandım. Geceyi güç geçirdim. Sabahleyin erkenden Çankaya'ya gittim.
Odaya girince bana gülümseyerek baktı ve:
- Hayrolsun, ne var? diye sordu.
- Hastalığınızı merak ediyorum, dedim. Yorulmanızdan endişe ediyorum.. Bana iki yabancı uzman tavsiye ettiler. Çok yetkili kimselermiş. Eğer izin verirseniz, kendilerini Türkiye'ye davet etmek ve sizi görmelerini sağlamak istiyorum. Bunu ricaya gelmiştim.
Kaşlarını hafifçe çattı. Biraz düşündü. Böyle bir davetin politik tesirlerini hesapladığı belli idi:
- Ortalıkta, Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz... Bu noktayı değerlendirmek lazım dır. Sen Neşet Ömer'le konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene etsinler. Bakalım onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz, dedi.
*Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı'dır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Durum buhranlı ve çok tehlikeliydi. Mustafa Kemal, Başkumandan Yardımcısı Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden bir cevap alamıyor. O sırada karargâhı Yalova'da bulunan Liman von Sanders Paşa, telefonla Mustafa Kemal'i arıyor. Konuşmaya yardımcı olan Genelkurmay Başkanı Kâzım Bey'dir. Liman von Sanders'in sorduğu soru şudur:
- Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl bir çare tasarlıyorsunuz?
- Durumu nasıl gördüğümüzü çoktan size iletmiştim. Çareye gelince; Bu dakikaya kadar çok müsait çareler vardı. Fakat bu dakikada bir tek çare kalmıştır...
Liman von Sanders soruyor:
- O çare nedir?
Cevap kesindir:
- Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrime verin Çare budur!...
Cevap alaylıdır:
- Çok gelmez mi?
- Az gelir!...
Ve telefon kapanıyor. Pek kısa bir süre sonra olaylar, Liman von Sanders Paşa'yı, kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altına vermeye mecbur etmiştir.
*Yazar ve gazeteci Falih Rıfkı Atay Atatürk'le ilgili bir anısını anlatıyor:
"Coşkun ve cümbüşlü bir geceden sonra, Çankaya'daki evine gitmiştim. Kendisine dedim ki:
- Şimdiye kadar sizin için ecnebi dillerde yalnız frenkler yazdılar. Biz yanınızdayız. Sizi onlardan daha iyi tanıyoruz. Müsaade eder misiniz, Yakup Kadri ile ben hayatınız ve eserleriniz hakkında bir kitap hazırlasak?
Bilardo istekasını bırakarak yüzüme baktı:
- Dün geceyi yazacak mısınız?
- Canım efendim, bu kadar hususiyetlere girmeye ne lüzum var?
- Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılamam ki..."
*1933 yılında Ankara Erkek Lisesi'nde sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:
- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz...
Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu:
- Hangi geleneksel dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?
O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak 'Ben söyledim Paşam' diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönüp 'Sen söyle tarih hocası' deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.
- Paşam, ortada bir geleneksel dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliğini vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşı'nda olduğu gibi...
- Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk'ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen 'geleneksel dostluk' ismini vermişlerdir, demişti.
Kemal ARIBURNU
*Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler,
- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş.
Atatürk sordu:
- Ben ne yapmışım ona?
Evrakı tetkik edenler açıkladılar:
- Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş ta ondan.
Atatürk'e bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş,
- Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?
- Hayır...
- Ben Trablus'tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!.
Hilmi YÜCEBAŞ
*İzmir Zaferi'nden sonra trenle Ankara'ya dönmüştü. Vali daha önceki istasyonlardan birinde kendisini karşılamaya gitti,
- Nerededir? diye sordu.
- Daha giyinmedi... dediler.
Vali Atatürk'ün ahbabı idi. Biraz teklifsizliğe vurarak kompartıman kapısına kadar gitti,
- Büsbütün çıplak değilsiniz ya efendim... dedi.
-Hayır ceketsizim. İçeri girdi, Atatürk,
- Uyuyamadım, dedi, battaniye yastık koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Ceketimi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Uyuyamadım, kalktım.
- Peki ama efendim niçin haber vermediniz? Gülümseyerek cevap verdi,
-Hepsi de benim kadar uykusuzdurlar. Rahatsız etmek istemedim.
Falih Rıfkı ATAY
Kolağası Mustafa Kemal, bu akşam mahzundu. Selanik'te Beyazkule bahçesinde başbaşa oturuyorduk. Saatlerce konuştuk, nerede ise gün ağaracaktı. O gece ay Olimpos dağlarının arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek:
- Ah Selanik, dedi. Seni bir daha Türk olarak görecek miyim?
Baktım, ağlıyordu. O altın sarı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal'in müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim.
Ali Fuat CEBESOY
Kaynak: Ali Fuat Cebesoy - Sınıf Arkadaşım Atatürk
*bu mudur ? budur........
Günlerden birgün italyan Büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. O zamanın muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra, büyükelçi "Ekselans, dün Roma ile yapmış oldugum bir görüşmede hükümetimizin Hatay'ı almak istediği kararını size iletmem söylendi" der.
Odada buz gibi bir hava eser. Ata, büyükelçiye birşeyler daha ikram eder ve iki dakikalığına odadan ayrılır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası vardır. Doğruca masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak'ın bağlanmasını ister ve Çakmak'a: " Paşa, İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlarmış. Hazır mıyız" der. Fevzi Çakmak durmu anlar ve "Biz hazırız Paşam" diye yanıtlar...Ata büyükelçiye döner ve: "Biz hazırmışız. Hükümetinize söyleyin, isterlerse gelip Hatay'ı alabilirler" der.......
*8 temmuz 1919 gübü sabaha karşı... Erzurum Kongresi bitmiş Sivas Kongresinin hazırlıkları ile uğraşılıyor. Yurdun kurtarılması için hemen hemen hiç umut yok. Yalnız O ve birkaç arkadaşı herkesi zafere inandırmaya çalışıyor. Ama buna inananlar çok az. Atatürk, yakın arkadaşı Mazhar Müfit(Kansu) Bey'e yaz diyor. Bundan sonrasını Mazhar Müfit Beyden dinleyelim:
''-Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sorunuz dolayısıyla söylemiştim. Bu bir.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gerekli işlem yapılacaktır.
Üç: Tesettür kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak uygar uluslar gibi şapka giyilecektir.
Bu anda kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
-Neden durakladın?
Deyince
-Darılma ama Paşam, sizinde hayalci yanlarınız var.
Dedim. Gülerek:
-Bunu zaman belirtir sen yaz...
Dedi. Yazmaya devam ettim:
-Beş. Latin harfleri kabul edilecek.
-Paşam yeter, yeter.
Dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile :
-Cumhuriyet ilanını başaralım da, üst yanı yeter.
Diyerek defterimi kapattım...''
İşte Atatürk'e ''Tek Adam'' denilmesinin sebeplerinden biri daha... En yakın dostları dahi ileride gerçekleşecek bu devrimlere hayal gözüyle bakıyordu. Atatürk'ün başarıdan her zaman emin, tam gerçekçi bir hesap adamı olması, neyin ne biçimde ve hangi anda yapılacağını çok önceden bilmesi Büyük Türk Devriminin başarılı olmasının en büyük etkenlerinden birisidir.
*ATATÜRK'ÜN YARGIÇ KARARINA SAYGISI
Ölümünden iki yıl önce Atatürk'ün canına kıymak için kurulan bir düzen meydana çıkarılmıştı. Hem bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "Milli Mücadele"den beri Ata'nın yolunda çalışmış; sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biriydi. Haber, yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, "Nasıl olur, Nasıl olur!" diyor, birtürlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu. Sanık tutuldu. Adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı. Adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu, çeşitli yorumlara uğramıştı. Kimi "Bu üzüntülü olayı anmak istemiyor" dedi. Kimi de "Bunun doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü. Sanığa yükletilen suç, yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı. İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi: "Suça yeltenilmiştir; ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.
( Mehmet Ali Ağakay )
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:57

*****VATANI TEK BAŞIMA MÜDAFAA EDERİM
23 Nisan 1920... Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Memleketin her tarafından birçok mebuslar gelmişti. Bu yeni meclise gelenlerin bir kısmı, Ankara'da hiçbir şeyin olmadığını görünce yeise düşmüşlerdi. Bahsedilen, ne Yeşilordu, ne hazine, ne yatacak otel, hiçbir şey yoktu. Sadece Mustafa Kemal...
...Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki, memleketlerine dönmeye karar verdiler. Bunlar geri dönerlerse Meclis'te huzursuzluk olmayacağını anlayan Mustafa Kemal, kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlıydı. Atatürk'ün hayatında belki böyle canlı bir tablo doğmamıştı. Mebuslara hitaben:
"İşittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek, memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Millî Meclis'e davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatıyla, buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hattâ hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal, mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı'a çıkar, orada tek kurşunum kalına kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu acîz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna ant içtim."
Diye gürleyince, herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiçbiri gözyaşlarını zaptedemiyordu. ( Enver Benhan Şapolyo )
**İNÖNÜ ve MUSSOLİNİ
İnönü İtalya'ya resmi bir ziyaret yapacağı vakit, Atatürk: "Sen Türkiye'nin Başvekili'sin. Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekili'dir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız" demişti. Yoldaydık. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk Heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telaştır gitti. Roma'ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaketayı ve başında silindir şapkasıyla Türkiye Başvekili'ni bekliyordu. Falih Rıfkı Atay
***ÜÇ AYDA
Yeni Türk Alfabesi'nin ilk şekillerini kendisine götürdüğüm zaman, komisyonun, en aşağı beş senelik bir geçiş devresi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler evvelâ birer sütunlarını yeni harflerle hasredecekler, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, nihayet bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Mektepler için de, bu benzer dereceli usuller düşünmüştük.
Dikkatle dinledikten sonra, bir daha sordu:
- "Demek beş sene düşündünüz?"
- Evet
- "Üç ay!" dedi.
Donakaldım: Üç ay! Üç ay içinde, bütün memleket neşriyatı Lâtin harflerine değişecekti. İlave etti. "Ya üç ayda tatbik ederiz, yahut hiç tatbik edemeyiz. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur; ve beş sene sonra, tıpkı yarın başlar gibi, başlamaya mecbur oluruz. Hele arada bir buhran, bir harp çıkarsa, attığımız adımları da geri alırız." Falih Rıfkı Atay
***ATATÜRK ve İNÖNÜ
İsmet İnönü, Başbakanlık'tan ayrıldıktan sonra bir akşam Atatürk'ün sofrasında bulunur. Atatürk, onu sofrada kendi yanına oturtur. İsmet İnönü bir kağıt parçası üzerine şöyle bir soru yazar: "Bana hâlâ dargın mısınız?" Kâğıdı Atatürk'e uzatır. Atatürk cevap verir: "Neden dargın olayım?" İnönü: "Altına imzanızı atar mısınız?" der. Atatürk imzasını atar ve İnönü'ye uzatır. İnönü: "Saklayabilir miyim?" Atatürk: "Nasıl istersen..." Az sonra İnönü cebinden ikinci bir kağıt parçası çıkarır ve yazar: "Beni yetiştirdiğinize pişman mısınız?" yazar ve Atatürk'e uzatır. Atatürk okuduktan sonra İsmet İnönü'ye döner: "Sen de bunu imza et." İnönü imzalar. Atatürk kağıdı cebine koyar. İsmet Bozdağ
***Yıl : 1933...Aylardan şubat!
Günlerden Perşembe...
Bursa Ortaokulu’nda öğrenciyim.
Öğle yemekleri için bir buçuk saatlik bir paydos var; ben bu zaman içinde , okuldan, babamın dükkânına bir koşu gidiyor, karnımı doyurup geliyorum.
O gün hava soğuktu, mevsim kıştı ama sıcak bir güneş vardı. Bir okul çocuğu için bulunmaz bir gün!..
Hükümet meydanına geldim. Karmakarışık bir kalabalık. Valilik binası önünde bekleşiyor. İçlerinde babamın çarşı arkadaşları, cami kardeşlikleri var.
İşte Saatçi Sururi Efendi. Dükkân bitişiği komşumuz.
İşte Ayakkabıcı Ahmet Usta.
Köfteci Hakkı, Şekerci Çopur İsmail..vb
Aralarında babam yok, bunca konu komşu, bir olup Valiye neden gelmişler; dertleri ne?.. Meraktan çatlayacağım!.. Sururi Efendi’ye sokuldum :
- Saatçi Amca (öyle derdik kendisine) ne oluyor?..
Beni yanında görünce, kaşları çatıldı :
- Sen burada ne arıyorsun ?..Hemen uzaklaş!
Merakım büsbütün arttı :
- Ne oluyor Saatçi Amca?.. Vali Bey’i niye bekliyorsunuz?..
- Şimdi tokadı çatlatacağım..Sen dediğimi yap, büyüklerin işine karışma..Baban şimdi seni bekliyordur!
- Peki, deyip yanından uzaklaşrım ama, merak sarmış bir kere..Öbeğin az ilerisinde, ellerini göbeğine bitiştirmiş,asık suratla duran Ahmet Usta’ya yanaştım :
- Ahmet Usta Amca, ne oluyor?..
Beni görmesiyle tepesi attı :
- Senin burada işin ne?..Doğru babanın yanına marş marş!..
Dedi, dedi ama,Vilayet kapısından çıkan süngülü jandarmalar kalabalığı kuşatmıştı bile..Hepimizi Vali Konağı’na sokuyorlardı! Benim aklım başıma gelmesine gelmişti ama, iş işten de geçmişti. Beni de mahzene tıktılar!
Bereket versin bir Jandarma Teğmen’i mahzene indi, benim kalabalığa karışıp yanlışlıkla içeriye alındığımı fark etti de, canımı babamın dükkânına attım!
Meğer!..
Babam anlattı: Evkaf Müdürü’nün kâtibi, Ulucami müezzinine çıtlatmış: “Bu sabah Ankara’dan bir telgraf geldi; bundan böyle minarede ezan,camide kamet Türkçe yapılacak!” demiş..Müezzin öğle namazında kamete kalktığı zaman,”Ey cemaat!..Dinleyeceğiniz kamet, son kamettir!..Bundan sonra ezan da, kamet de Türkçe yağpılacak” deyince cemaat dalgalanmış..Her kafadan bir ses çıkmaya başlamış..İmam, güçlükle namazı kıldıracak ortamı sağlayabilmiş..
Namazdan sonra, cemaatin bir bölümü işin aslını öğrenmeye karar vermişler. Önce Vakıflar Müdürü’nü görüp konuşmuşlar; O,”Emir kuluyum, benim yapacak bir şeyim yok” deyince, Vali ile görüşmeye karar vermişler. İşte, işin aslı esası bu!..
Ama bütün bunlar olurken, Belediye Başkanı Muhittin Bey(Paşa Çiftliği’nin sahibi), İzmir’de incelemeler yapan Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekmiş :” Burada irtica hortladı.Ulucami cemaati Vilayete yürüyorlar! Kurtarıcımıza durumu duyuyorum.” Belediye Başkanı : Muhittin.
Gazi, telgrafı İzmir’de aldığı zaman, Vilayet, Komutanlık,Belediye,Parti Merkezi gibi protokol merkezlerini ziyaret ediyordu. Öğleden sonra da Eskişehir’e gidecek, Şeker Fabrikasının temelini atacaktı. Programını bozmadı. Telefonla Bursa’dan ve Ankara’dan bilgi aldı ve ertesi günü Mustafa Kemal Paşa,Bornova’da açılan Ziraat Okulu’nu gezdi, öğrencileri ve öğretmenleri ile görüştü. İzmir’deki Milli Kütüphaneyi de ziyaret ettikten sonra yola çıktı. 5 Şubat sabahı Bursa’da idi.
Vali, Gazi’yi, Vilayet sınırında karşıladı ve olup biteni anlattı. Ulucami çevresinde esnaflık yapan kişilerdi. Müezzin , bir boşboğazlık edip bundan böyle ezan ve kametlerin Türkçe yapılacağını anons edince, dini bir hassasiyet olmuş; önayak olanlar, zaten zabıtanın göz ucu ile izlediği kimselermiş.. Yakalanmışlar... Mahkemeye verileceklermiş!..
Gazi Paşa, Vali’yi sessizce dinlemiş ama, avurtları oynamaya başlamış :
- Siz buna küçük bir şey, bir zabıta mı diyorsunuz?.. Düpedüz irticanın ayaklanması bu!.. Sizi ne için görmeye geliyorlar; hükümet kararını değiştirmenize önayak olmanızı sağlamak için..Kararı değiştirmeye sizin yetkiniz olmadığını biliyorlar; siz önayak olacaksınız da hükümet bu işleri vazgeçecek!..Dikkat ediyor musunuz Vali Bey!..Sizi kullanabileceklerini umuyorlar. Onun için gelmişler bir cemmigafir Vilayete dayanmışlar. Siz buna “halkın rica başvurusu” mu diyorsunuz?
Vali, Fatih Güvendiren’di. Tasavvuf üstünde geniş bilgisi ile tanınırdı. Herhalde koltuğunun kaydığını hemen fark etmiştir!
Gazi, kendisine telgraf çeken Belediye Başkanı’nı, Partiyi, Tümen Komutanlığı’nı ziyaret etti. Vilayet makamına uğramadan, Çekirge yolu üstündeki Köşküne geçti. O gün çıkan Cumhuriyet gazetesinde “Yusuf Ziya” imzalı bir yazıda şöyle deniyordu :
“Yirmi iki gündür, adımlarının izleri ile yurdu bir altın haleye saran Gazi, Afyon tepelerini aydınlatırken, Bursa ovasına küçük bir irtica gölgesi düştü. Bir anda O’nun, bir tepeden bir ovaya karanlıkları yırtan bir yıldırım hızı ile düştüğünü gördük.”
*Gazi ve İki Bakan Bursa’da
Gazi Paşa’nın Bursa’ya geldiği gün, Ankara’dan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek erişmişler, gereken tahkikatı bizzat yürütmüşlerdir.
Olay, belli idi ama, olayın oluşumu, gelişimi ; bu oluşum ve gelişimde hoşgörüsü, görev ihmali olanlar araştırılıyordu. Şükrü Kaya ve Yusuf Kemal Tengirşek Beyler, yalnız Vali ile değil, halkla da görüştüler, bilgi aldılar ve sonunda görevinde savsakladığı anlaşılan Bursa Savcısı Sakıp, Bursa Sulh Ceza Hakimi Hasan, Bursa Müftüsü Nurettin Efendi’ye işten el çektiler. Daha sonra bu kimseler, sanık olarak da Çorlu’da açılan davaya katılmışlardır.
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar onuruna Belediye Salonunda – yıldırım hızı ile - bir balo düzenlendi. İnsanların, canlarını işlerine koydukları zaman neler başarabileceğine bu balo güzel örnektir. Böyle bir balo için neler düşünülmesi ve yapılması gerektiğini bir gözünüzün önüne getirin : Bütün bunlar, birkaç saat içinde adeta yoktan var edercesine bittamam oluşmuş!.. Gazi ve Bakanlar baloya geldikleri zaman, salonda yapılacak protokol konuşmaları bile daktilo edilip ceplere yerleşmişti!..
Gazi, bir konuşma yaptı :
“Olay sade bir zabıta olayıdır, hiç de önemli değil.. Ama, taşıdığı hedef, kavradığı anlam önemlidir. Biz, Türkiye’nin ölümsüz temellerini atmaya çalışıyoruz; onlar bizi,bundan alıkoymaya çalışıyorlar. Önemli olan, üç – beş kişinin alıştıkları hayatın,alıştıkları biçimde sürmesini sağlamak için Valiye başvurmaları değildir; önemli olan bu hareket karşısında Savcının duraksaması; Müftünün, bunları önleyecek yerde akıl öğretmesidir. Burada, masumiyetin arkasına sinmiş bir amaç var!..”
Gazi’nin bu mealde yaptığı konuşmaya CHP Bursa İl Başkanı Avukat Hulusi Köymen cevap verdi.
Yine kendisinden aldığımız meale göre :
“Bursa halkı, inkılapçıdır!..
Bursa halkı, ruhunda Cumhuriyeti taşıyan bir halktır!..
Bursa halkı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yoktan nasıl var olduğunu gözleri ile görmüş ve onu korumaya yemin etmiş bir halktır!
Üç- beş softanın Arapça ezan sevdasına yakalanmış olmasını Bursa halkı, bütün geleceklerde uyanıklığın meşalesi oalrak hatırlayacaktır. Her yanlışın arkasında bir doğru vardır. Nasıl ki, tükenmiş Osmanlı Devleti’nin arkasında Türkiye Cumhuriyeti var ise!.. Biz, yanlışlarımızı doğruya çevirecek güçteyiz. Gazi Paşamız, önderimiz, kurtarıcımız, geleceğimiz!.. Siz bizi mutlu geleceğe götürüyorsunuz, biz de bunun idrakindeyiz Gazi Paşam!”
Gazi, Özel Kalemi Hsan Rıza Soyak’ın kulağına bir şeyler söyledi ve Hulusi Köymen’e gülümseyerek baktı.
Atatürk Köşkünde
Az sonra Şükrü Kaya ile birlilte Belediyeden ayrıldılar ve Çekirge yolunda Atatürk Köşkü’ne gidildi.
Burada da sofra hazırlanmıştı.
Gazi, Şükrü Kaya,Tümen Komutanı,Belediye Başkanı,Hasan Rıza Soyak,Atatürk’ün Milli Mücadele günlerinin arkadaşlarından bazıları, Murat Arıburnu, Rüştü Akyürek, Necip Kartalkaya ve kimlikleri hatırlanmayan iki kişi vardı.
Necip Katalkaya, Milli Mücadele Albaylarındandı. Atatürk’le tanışıyordu. Biraz da çakır keyif olduğu için konuştu :
“Bizim çocuklar, sıkı devrimcidirler. Cumhuriyeti Zatı Devletlerinizin gençliğe emanet ettiğinizi çok iyi bilirler. Birkaç softa bozuntusunu oracıkta sustururlardı. Ama, medeni davranmak istemişler; bu memleketin polisi var, adliyesi var, hukuku var, kanunları var, onların görevlerine müdahale etmeyelim demişlerdir!”
İşte o zaman Gazi Mustafa Kemal Paşa parladı :
Türk Genci Nasıl Olmalı?
“Türk genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten fazla inanmıştır. Rejimi ve inkılapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük kıpırtı ve hareket duydu mu; ‘Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır..’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla..
Nesi varsa onunla eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis, henüz inkılap Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asa yılmayacaktır. Mahkeme, onu, mahkum edecektir. Yine düşünecek: ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek gerekli.’
Onu, hapse atacaklar! Kanun yolunda itirazlarını yapmakla beraber, bana, İsmet Paşa’ya, Meclis’e telgrafları yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını istemeyecek..
Diyecek ki: ‘Ben, kendi kanaatimin gereğini yaptım. Müdahale hareketinde haklıyım. Ğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim görevimdir!’
İşte, benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği..”
M.Kemal Atatürk Şubat 1933 (İsmet Bozdağ,Kültür İhtilalimiz Bilinmeden Politika Yapılamaz,Tekin Yayınevi,s.227 ve devamı)
***ATATÜRK'ÜN ZAFERDEN SONRA ANKARA'YA GELİŞİ
Büyük Taarruz başarılmış ve düşman denize dökülmüştü. Ülkenin her yerinde bu bayram kutlanıyordu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynanıyordu. Her evde, her ocak başında bu konuşuluyor; herkes birbirine sarılıp bunu kutluyordu. Ben, bu son muharebede yaralanmış, Ankara'ya gönderilmiştim. Ankara'da Numune Hastanesi'nde yatıyordum. Bizler bu olayları gazetelerden ve gelen hasta bakıcılardan öğreniyorduk. Bir Ekim günü Ata'nın Ankara'ya döneceği haberi hastanede yıldırım gibi duyuldu. Bu haber bütün hastalara bir hayat iksiri gibi tesir etmiş ve herkes iyileşmişti. Hepimiz Ata'yı karşılamaya gitmek istiyorduk. Fakat hastanedeki doktor ve bakıcılar tabii ki buna izin vermek istemiyorlardı. Biz birkaç gazi asker ve subay arkadaşla beraber istasyona gizlice gitmeye karar verdik. O gün sabahleyin kendimize çeki düzen vererek; yarı sivil, yarı asker, yarı hastane kıyafetiyle istasyona koştuk. İstasyona bir geldik ki, mahşeri bir kalabalık; bugün kü Gençlik Parkı ve Paraşüt Kulesi'nin olduğu yeri hınca hınç doldurmuştu. Yüzbinlerce kişi, kadını, erkeği, ihtiyarı genciyle civar köy, kasaba ve vilayetlerden; atlarla, arabalarla, kağnılarla, eşeklerle gelmişler, Ata'yı görmek için meydanları doldurmuşlardı.Adım atacak yer yoktu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynuyor, halaylar çekiliyordu. Az sonra sesler kesildi. Herkes trenin istasyona girmekte olduğunu söyledi. Sonra da tren istayona girdi. "Yaşa var ol!" sesleri, davul-zurna seslerine karışıyordu. Atatürk trenden inmiş ve istasyondan Meclis'e kadar yürüyerek kumandanlarıyla beraber ilerliyordu. Kurbanlar kesiliyor herkes ve bizler gözyaşları ile bu sevince katılıyorduk. Ata'nın adımının önüne kundaktaki çocuğunu, "Sana bu evladım veya torunum da feda olsun" demek için koyan kadınlar, nineler gördüm. Bizler bu coşku içinde erlerle sarılıp ağlaşıyorduk. Atatürk, bir ilah gibi, bu coşkulu karşılama arasında hiçbir aşırı hareket göstermeden rüzgar gibi tak, tak, tak, tak diye askerce yürüyerek geçip, Meclis'e gitti. Bizler bu mutlu sonu bir muhteşem film gibi seyrederek ve gördüklerimizi birbirimize anlatarak hastaneye döndük. Hastaneye bir geldik ki, hastanede birkaç ağır hasta ve birkaç bakıcıdan başka hiç kimse kalmamış. Sargılarla, alçılı ayaklarla koltuk değnekleriyle herkes bizler gibi bu muhteşem merasimi görmeye koşmuştu. Halil Nuri Yurdakul
**YARIN CUMHURİYETİ İLÂN EDECEĞİZ
Seçim yeni yapılmış, meclis yeni kurulmuş, sonuç Mustafa Kemal'in beklentisine en yakın biçimde alınmıştı. 26 Ekim 1923 akşamı Gazi, kabineyi Çankaya Köşkü'nde toplantıya çağırdı. Bu toplantıda başvekil Fethi Okyar'ın istifası karara bağlandı. Ertesi sabah haber, gazete manşetlerinde yer alacaktı. 28 Ekim gecesi, Çankaya'daki akşam yemeğine Latife Hanım da katıldı. Son derece heyecanlıydı. İçi içine sığmıyordu. Çünki o akşam yemeğinin gündemini biliyordu. Sevgili Paşa'sı niyetlerini önce eşine heyecan ve içtenlikle anlatmıştı. Latife Hanım bu sebeple birkaç kez mutfağa inmiş, yemeklerin o akşam yaşanacak olayların şanına yaraşır olmasına özen göstermişti. Mustafa Kemal arkadaşlarına, yemekten sonra anayasanın bazı maddeleri üzerinde çalışacağını bildirmiş, yeni başkan adayı olduğu söylenen İsmet Paşa'yı da bu çalışmaya davet etmişti. İsmet Paşa bu daveti bekliyordu. Sofrada seçim heyecanı, seçim dedikoduları, yeni seçilenler, bu kez meclise giremeyenler hakkında konuşmalar sürüp giderken, Mustafa Kemal bıçağını eline aldı, doğruldu, derin bir nefes aldıktan sonra hafifçe tabağına vurarak: "Beyler!" dedi. O da heyecanlı, kaşları çatılmış, ama gözlerinde güleç bir ifade ile arkadaşlarına bakıyordu. Çıt çıkmıyordu şimdi yemek salonunda. "Beyler, yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz!" Tek tek herkesin yüzüne bakarak durumu kontrol ediyordu. Şimdi sofradakiler yıldırım çarpmış gibi kalakalmıştı. Neden sonra, beyinlerinde şok yaratan bu haberi alkışlamak birilerinin aklına geldi ve yemek odası bir anda sanki patladı. Mustafa Kemal uygun bir süre bekledikten sonra açıklamasını sürdürdü: "Türkiye Devleti'nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir. Bunu Anayasa'mıza yarınki Meclis toplantısında koyduracağız. Hazırlıklarımızı birkez daha gözden geçirmemiz lâzım." Gerçekten de iki arkadaş bütün gece süren çalışmalarını sabah ezanları okunurken bitirebildiler. İsmet Paşa, Mustafa Kemal'in ısrarıyla Çankaya Köşkü'nde kaldı, birkaç saat uyudu. Nezihe Araz
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 11:59

**TÜRK ALFABESİ
Atatürk, milli tarih ve dilimizin asıl gerçeğine yol açabilmek için Güneş - Dil teorisine uzanan, dikkatleri çekebilme yolları denedi. Bu arada asıl gayesini açıklamadı. Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet, Sadri Maksudi Arsal, İbrahim Necmi Dilmen, Dr. Saim Dilemre ve Veled Çelebi İzbudak gibi konunun uzmanlarından şunu istedi: "Bana bir konuşulan Türkçe yapacaksınız ki, dünyanın neresinde olursa olsun bütün Türkler, temelde bu dili anlayabilecekler. Bugün, Türk Anavatanı, Rus işgali altındadır. Komünizm, her yolu denemekte olan bir asimilasyon ve jenosit tatbikatı içindedir. Birgün yıkılacaklardır; fakat o günü bekleyemeyiz. Çünki, Artlarında kalanlar dillerini kökten kaybetmişler ve biz onlara hep birlikte anlayabileceğimiz bir dili vermezsek boşluk doldurulamaz. Sizden bunu istiyorum." Evet Atatürk olmasaydı bizi benliğimize kavuşturan gerçek tarihimizden de, cehaleti yenmek yolunda başlıca dayancımız olan Türk Alfabesi'nden de sona kadar mahrum kalırdık. Dilimiz, Arap - Farsçası'nın yanında, salgın haline gelmesi, O'nun aramızdan ayrılmasından sonra başlayan, her dilde yabancı kelimelerin istilâsıyla eriyip giderdi. Cemal Kutay
**KADIN HAK ve HÜRRİYETLERİ
Şeriatın mesela Suudi Arabistan'da olduğu gibi doğrudan hakim olduğu ülkelerde kadının nasıl dışlandığı gözler önündedir. Bu arada mesela iki yüzyıla yakın İngiltere'nin egemenliğinde kalmış resmî dillerini arasında İngilizce'nin bulunması kadar batı hayatı ile ilgisi olmuş Pakistan'da, şeritaın dolaylı tatbik edildiği bu ülkede bir ümit halinde çıkardığı Benazir Butto'ya sadece ve yalnız kadın olduğu için reva görülenler gözler önündedir. İşte Atatürk'ün kendinden öncekilerden, çağdaşlarından ve hatta yarınkilerden farkı buradadır. Çağa karşı olmak yapıları gereği görünür görünmez mihraklara doğru teşhis koyabilmesi ve onların milletin vicdanında gerçek hüvviyetleri ile mühürlemesi... İsviçre Medenî Kanunu'nu alırken aile hukuku, siyasi haklar, vatan kaderi üzerine etkinliklerde istediklerinin çoğunun başta İsviçre, birçok batılı ülkede olmadığını söyleyen, samimiyetine inandığı bir dostuna: "İyi ama bizdeki karşı kök, bin yaşını aşmış derinliklerde... Birkaç nesil sonrasına kadar tedbir almak gerek" demiştir. Atatürk çapındaki kişiler tesadüflerin ürünü değildir. Milletleri çilelerinin uğradığı haksızlıkların yarattıkları hava içinden, Ulusal yapılarının niteliğine göre çıkarlar. Osmanlı'nın asıl unsuru olan Türklük, 16. yy'nin ikinci yarısında duraksama ve 19. yy'nin başlangıcına kadar gerileme devrine girdi ve bunun bedelini o Osmanlı karmaşası içinde kendisi ödedi. Siz isterseniz Atatürk'ü Tanrı ihsanı sayınız, isterseniz çekilenlerin kefareti...Cemal Kutay
**ADAM OLMAK - (LAİKLİK)
İlk Mecliste bir gün laiklik konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı bir tavırla: "Arkadaşlar bir laikliktir gidiyor. Afedersiniz ben bu laikliğin manasını anlamıyorum" diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa dayanamamış, oyurduğu yerden elini kürsüye vurarak: "Adam olmaktır Hocam, adam olmak!" diyerek Hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır.Kılıç Ali
**YİNE YAK!
Atatürk, Florya'dan Çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı, Ata'yı selamladı. Atatürk sordu: "Beni tanır mısın?" , "Tanımaz olurmuyum, Evimde resmin bile var!" Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar. İhtiyar: "Bir işine aklım ermedi" dedi. "Cumhuriyetçiliği, İnkılâpçılığı, Milliyetçiliği Halkçılığı hatta Devletçiliği anlıyorum ama, şu Laikliği pek kavrayamadım. Neden herşeyi birden bozdun?" Ata: "Bunu sana bir hikaye ile anlatayım" dedi. Amr-İbnl-As, Mısır'ı fethettiği zaman, Halife Ömer'e bir mektup yazmış: "Burada birçok kütüphaneler, içlerinde de birçok kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?.." Ömer cevap vermiş: "Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak! Yok, eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünki halk o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize yani - yeniye ve yeniliğe - daima düşman olacaklardır!.." Hikayeyi anlatan Ata, ihtiyara sordu: "Şimdi sana Laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?" İhtiyar derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi: "İstemez Paşam, hepsini anladım!" dedi.
**O MEMLEKET BATAR
Bundan kaç yıl önceydi bilmiyorum, Mustafa Kemal Paşa ile beraber Gül Cemal Vapuru'nda verilen bir baloda bulunuyorduk. Ekselans'ın bana karşı büyük bir ilgisi vardı. Bir aralık dalmış, yere bakıyordum. Birdenbire: "Madam" dedi. "Aşka tutulmuş bir kadın gibi ne düşünüyorsunuz öyle derin derin?" Ben o zaman nereden hatırıma esti bilmiyorum, anlaşılan dilimin ucuna gelmiş olacak ki, düşünmeden hemen cevabını verdim: "Paşam" dedim. "Başbakanınızın dudaklarından eksik olmayan şu neşeli, sempatik gülüşlerine hayranım. O kadar güzel erkek gülüşü ile gülüyor ki." Atatürk: "Başbakanımın gülüşlerine hayran olmuşsunuz, benim de belki dansımdan hoşlanırsınız. Madam müsaade ederseniz bu valsi beraber yapalım. " dedi. Kalktık ve dönmeye başladık. Ben o zaman gençtim. Belki biraz da şımartılmış kadındım. Nereden içime o heves doğdu bilmiyorum, başladım dansta Paşa'yı ben idare etmeye. Bir kez baktı, ses çıkarmadı. Bir daha baktı, yine ses çıkarmadı. Nihayet üçüncüsünde birdenbire durdu. Hiddetli değil, fakat gözlerini ciddiyetle bana çevirdi: "Madam, bir erkekle bir kadın yanyana durdukları zaman, yönetmeyi erkeğe bırakmak en doğru davranıştır." Çocukluk işte. Ben büyük bir cesaretle şöyle bir karşılık verdim: "Müsaade edin de Paşam, ne olur bir kez de ben sizi idare edeyim" dedim. Kızmadı. Aksine gülmeye başladı. "Bir memleket idare edeni, bir kadın idare etmeye kalkarsa, o memleket batar, gelin biz yerimize oturalım sizinle." Beni elimden tutup getirdi ve yanındaki yanındaki koltuğa oturttu.
Madam Hanses
**ASLA BOLŞEVİK OLMAYACAĞIZ
Ankara'nın Şubat Ayı'na tesadüf eden oldukça soğuk ve karlı bir geceydi. Ankara Kulübü'nde bir balo tertip edilmiştir. O zamanın bütün mümtaz simaları oradaydılar. Saat henüz 12'ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandıran mesut bir haber baloya yayıldı: "Gazi Paşa baloya geliyorlar!" Rus Sefarethanesi'nde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus sefiri de baloya gelmişti. Bir aralık sefir, salonun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi'ye yaklaşarak Fransızca: "Ekselans, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur. Çünki müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmaya çalışan milletleriz. Türkiye'nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek ve şerefini kazanabilir miyim?" Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra da elçiyi öptü. Büyük ve kıymetli Atamız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini gözönünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin huzurunda şu cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandırdı: "Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır. Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla Bolşevik olmayacağız!"
Hilmi Yücebaş
**24 AĞUSTOS
24 Ağustos sabahı Mustafa Kemal Paşa Ankara'dan hareket etti. Afyon'un güneyinde geceyi geçirdi. 25-26 gecesi Kocatepe'nin hemen güneyindeki Başkomutanlık Karargâhı'na geldi. Şafakla beraber saldırı emrini verdi. Ankara'dan hareket edeceği günün akşamını Keçiören'de yakın adamları ile geçirmişti. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere: " Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci günü İzmir'deyiz" demişti. Acaba içkinin tesirimiydi? Arkasından hafifçe gülüştüler bile. İzmir'den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce: "Bir gün yanılmışım...Ama kusur bende değil düşmanda!" dedi. İzmir'e Taarruz'un on dördüncü günü girmişti.Falih Rıfkı Atay
**ASKERLİK SANATI
Askerlik sanatı, Mustafa Kemal'in kanısınca, bir sağduyu biçimdeydi. Savaş planlarını, hazırladığı tarzdan başka bir biçimde çizmedi. "İzmir hattı ve Bağdat Demiryolu'nun birleştiği noktada bulunan Afyonkarahisar'da taarruza geçtim. Çünki orada taarruza geçmek gerekirdi. Yunan yığınağı esasen beni bu surette hareket etmeye yöneltiyordu. Tan ağarırken düşmanı ansızın avlamak için bütün gece yürüyen askerlerimiz temizlendikten sonra - elli kilometrelik bir uzaklığı aldıktan sonra taarruza geçebilecek birlikler azdır - atlı birlikleri Yunan Ordusu'nun gerilerine sarkıttım." "Düşmanın sağ kanadını çevirmek mi istiyordunuz?" diye sordum. "Hayır. Çok daha geniş bir manevraya girişmiştim. Düşmanı tamamiyle kuşatmak istiyırdum ve bunu başardım." Ve sesini alçaltarak ilave etti: "Annibal'in Cannae'de uyguladığı manevra."Kemal Arıburnu
**İZNİK TARİHİ
Atatürk 1936'da İznik'e uğramıştı. Yanında Celal Bayar, Afet Hanım ve daha birçok arkadaşları vardı. İznik Belediye Bahçesi'nde uzun bir masanın etrafında toplananlar, O'nu eğliyorlardı. Afet Hanım, tarihi İznik'i gezmek için Atatürk'ten izin alarak ayrılmak istedi. Atatürk, herkesçe malum olan tarih bilgisine dayanmış oalcak ki, şöyle dedi: "Hay hay, gidebilirsiniz, fakat unutmamalı ki, asıl İznik'i göremeyeceksin, çünki o topağın altındadır." Afewt Hanım ayrıldıktan sonra Atatürk, masasında oturanlara şöyle bir soru soruyor: "İznik'in etrafını çeviren surların kaç kapısı vardır?" Bu sorunun yanıtını İznik tarihini iyi bildiğini sanan bir İznikli veriyor: "Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı, kuzeyindeki Yenişehir Kapısı, güneyindeki İstanbul Kapısı diye bilinir." Atatürk: "Hayır, dört kapısı olacak. İznik Türkler tarafından ilk zaptında Kılıç Aslan'ın girdiği Batı Kapısı nerede?" "Böyle bir kapı bilmiyoruz efendim." Atatürk bir süre sustu. Canı sıkılmışa benziyordu. Nihayet konuyu değiştirdi. Aradan seneler geçti. Biriken suları İznik Gölü'ne akıtmak için yol açmaya uğraşan işçiler, bir noktada suların kendiliğinden boşluk bularak akmakta olduğunu hayretle gördüler ve ilgililere bildirdiler. Kazıya devam olununca, bunun bir kapı, hem tam teşkilatlı kurşunlu bir kapı olduğu meydana çıktı. Atatürk'ün bahsettiği Batı Kapısı bulunmuştu.Ahmet Hidayet Reel
**LİMAN VON SANDERS
Türk Ordularını komuta eden Alman Generali Liman Von Sanders Paşa Mustafa Kemal'e: "Ben sizin yerinizde olsam bu üç maddelik emri yazılı olarak vermezdim. Oradan bir subay çağırtacak yerde, kendi adamlarımdan birini gönderir, sözle duyururum" demişti. Mustafa Kemal: "Evet, ben de kitaplarda böyle öğütlendiğini bilirim. Böylece on beş dakikalık bir zaman kazanılır. Fakat ben, kendi memleketimi ve adamlarımı tanırım. Öyle yapsaydım, emir yanlış anlaşılırdı. O zaman kaybolan on beş dakika değil, bütün savaştır" demişti.Kemal Arıburnu
**VALLE PADİŞAH BİLİR!
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: "Depremden çok zarar gördün mü, baba?" diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: "Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?" İhtiyar, Kürt şivesiyle: "Valle Padişah bilir!" dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: "Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakayım zararın ne?" İhtiyar tekrar etti: "Padişah bilir!.." Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: "Siz daha devrimi yaymamışsınız" dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: "Köylere genelge yolladık Paşam" dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: "Oğlum, genelgeyle devrim olmaz!..." dedi.Ahmet Hidayet Reel
**MISIRLI BİR LİDERİN MUSTAFA KEMAL'DEN YARDIM İSTEMESİ
Birgün Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine: "Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu. Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal: "Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu. Adamcağız yüzüne bakakaldı: "Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..." dedi. "Benimle olmaz, Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız."Falih Rıfkı Atay
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 12:01

**ZÜLÜFLÜ İSMAİL PAŞA
Milletvekili ve Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali anlatıyor: Bir gece uykumun arasında telefon çaldı. Karşımdaki Çankaya'dan Başyaver'di. "Derhal seyahate çıkılıyor. Hemen Köşke gelmenizi emir buyurdular" dedi. Saate baktım, vakit gece yarısını hayli geçmişti. Hazırlandım ve Köşke gittim. Meğer, o gün Atatürk, Kırşehir'de Özel İdare'den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydan beri maaş alamadıklarından dolayı bir şikayet mektubu almış. Ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin kaç aydır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da: "Havalar kış... Belki de onun için postalar işleyememiştir" neviinden birşeyler söylemiş, mazeret ileri sürmek istemiş. Atatürk, bu cevap üzerine: "Ya... Demek şimdi muhasaradayız, öyle mi? O halde biz de sofradan kalkar, gider, hem yolunu açarız, hem de Kırşehir'de öğretmenlerin dertlerini yakından dinleriz" demiş ve derhal hareket emrini vermiş. Gerçekten de kötü bir kıştı. Hava fena halde yağışlı ve çok soğuktu. Atatürk, o gece sofrasında davetli bulunanlardan da bazılarını beraberlerine alarak gece yarısından sonra yola çıktı. Hava o kadar pusluydu ki ara yolu kaybettik. Bir köylünün kahvehanesine sığındık. Kahvehanenin sac sobasını yaktırdık. Ellerini sac sobanın üstünde gezdirerek ısıtmaya çalışan Atatürk: "Biz Harbiye'de okurken bir kış yine böyle çok şiddetli geçiyordu. Mektebin sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye anlatamadık. Arkadaşlar Müdür'e çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa... Evvela Padişah'a, sonra Müdür Paşa'ya dualar ettik. Nihayet soba meselesine geldik. Paşa birden bire gürledi: - Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah Efendimiz'in nimetleri gözünüze dizinize dursun... Görmüyor musunuz sobalar cayır cayır yanıyor. Çıkın nankörler!... Baktık sahiden de müdürün sobası güldür güldür yanıyor. Paşa da buram buram terliyordu. Sıcaktan yakasını açmıştı. Ve sanıyordu ki mektebin tüm sobaları böyle yanmakta... Çocuklar biz Çankaya Köşkü'nde bazen Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi sakın aldatıyor olmayalım!.." dedi. Kahvede biraz ısındıktan sonra tekrar yola devam ettik. Ertesi günü Kırşehir hududuna girmiştik. Protokol gereği Vali, başında silindir şapka, arkasında frak olduğu halde hududa gelmiş, Atatürk'ü istikbal ediyordu. Bu esnada da Atatürk'ün otomobili bir tarlaya saplanmıştı; etraftan yetişen köylüler otomobili kurtarmaya çalışıyorlardı. Vali de o resmi kılık kıyafetiyle, çamur içinde köylülere, jandarmalara emirler veriyor, gayrete getirmeye çalışıyordu. Atatürk: "İşte masa başında yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç de olurlar!" diyerek Vali'yi yanına çağırttı. Haline acımış olacak ki, kalın bir palto giymesini tavsiye ederek zahmetlerinden ötürü kendisine teşekkür etti. Hikmet Bil
**SEN HAYATINDA BÖYLE BİR AĞAÇ YETİŞTİRDİN Mİ Kİ KESECEKSİN!
Bahçe Mimarı Mevlut Baysal anlatıyor: Çankaya Köşkü'nde bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: "Emrederseniz derhal keselim Paşam." Bir an yüzüme baktı, sonra: "Yahu, sen hayatında böyle ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!" Niyazi Ahmet Banoğlu
**GAZİ'Yİ TANIR MISIN BABA?
Salih Bozok anlatıyor: Birgün, Çankaya civarında bir köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulubede, ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için ak sakallı köylüye ilk aklıma gelen sulai sordum: "Sen Gazi'yi tanır mısın baba?" İhtiyar beni, saçma bir sual görmüşüm gibi alaycı bir şekilde süzdü: "Gazi'yi tanımayan var mı ki?" dedi ve ilave etti: "Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde Cuma Namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nur yüzlü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!..." Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün sakalsız ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve: "Varsın, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana var?..." Niyazi Ahmet Banoğlu
**FATİH SULTAN MEHMET
Birgün İstanbul ve İstanbul'un Fethi'nden konuşurlarken söz tabii Fatih'e geldi. Atatürk'ün tarihin kendi hakkında vereceği hükmü etrafındakilere sık sık sorduğu malumdur. Söz sırası yine gelmişti. Ortaya şöyle bir sual attı: "Tarih acaba benim mi, yoksa İkinci Mehmet'in mi yaptığı işleri daha mühim bulacaktır?" Bulunanların hemen hepsi: "Siz" dediler. Atatürk, böyle meselelerde daima olduğu gibi: "Niçin?" dedi. Sual sırası kendisine gelenler Atatürk'ün Fatih'ten çok büyük olduğunu ispat için akla gelecek ve gelmeyecek delilleri toplamakta birbirleri ile yarışa başladılar. Hatta bazıları: "Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş!" diyecek kadar ileri bile vardılar. Fakat, ne söylenirse söylensin, verilen cevapların Atatürk'ü hiç tatmin etmediğini anlamak güç olmuyordu. Nihayet söz orada bulunanların en gencine geldi: "Efendim, tarih bir imtihan salonuna benzer. Karşısına gelenlere birtakım hususi meseleler verir. Neticede verdiği problemleri halledişine ve bundaki maharetine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin imtihanına çıkanların hepsi ayrı şartlar dahilinde, ayrı meseleler karşısında kalmışlardır. bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır. Zannımca, tarihin adamı olan şahsiyetlerin karşısında kaldıkları hadiseleri birbirleri ile karşılaştırmakla hükümlere varmak mümkün değildir. Fatih, karşısına çıkan problemleri en iyi şekilde hallederek on numara almıştır. Siz de önünüze serilen meseleleri halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz." Atatürk, bu sözleri büyük bir dikkatle dinledi ve neticede: "Bravo!" dedi. Sonra, biraz evvel Fatih'i küçümseyen kişiye dönerek: "Sen halt etmişsin. Ben Fatih'ten büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi. Bunu çok merak ederim. İkinci Mehmet büyük adamdır, büyük..." Münir Hayri Egeli
**15 YIL HÜKÜM SÜRECEKSİN
Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte Bingazi'ye gidiyordu. Trablusgarp Savaşı'na katılacaktı. Yolda bir Bedevi'ye rastladılar. Bu adam, el falından çok iyi anladığını söyleyerek, genç subayların fallarına bakmayı teklif etti. Hepsi avuçlarını gösterdiler, talihlerini öğrenmek istediler. Sıra Mustafa Kemal'e gelmişti. O, ya fala inanmıyor, yahut bir Bedevi'nin kehanetine itimat etmiyordu. Bununla beraber, arkadaşlarının ısrarlarına dayanamadı, elini uzattı. Sarışın Subay'ın yumuşak elini sert avuçlarına alan Bedevi, bu elin çizgilerine bakar bakmaz, yerinden fırladı, ayağa kalktı ve büyük bir heyecanla: "Sen padişah olacaksın!" diye bağırdı. "Padişah olacaksın ve 15 yıl hüküm süreceksin!" Gülüştüler, Bedevi'yi bırakıp yollarına devam ettiler.
Aradan yıllar geçti. Mustafa Kemal, Türkiye Devleti'nin Cumhurbaşkanı odu. Cumhuriyetin 14. yılında hastalandı. Karaciğerinin şiştiğini görenler: "İçme Paşam!" diye yalvardıkları zaman, O, Bingazi yollarındaki falcı Bedevi'yi hatırlayarak güldü: "Arap vaktiyle söylemişti" dedi. "Bizim padişahlık nasıl olsa 15 yıl sürecek!" ve ilave etti: "Hesapça bu son senemizdir!"
**ÇOK GELMEZ Mİ?
Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı'dır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Durum buhranlı ve çok tehlikeliydi. Mustafa Kemal, Başkumandan Yardımcısı Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden bir cevap alamıyor. O sırada karargâhı Yalova'da bulunan Liman Von Sanders Paşa, telefonla Mustafa Kemal'i arıyor. Konuşmaya yardımcı olan Genel Kurmay Başkanı Kazım Bey'dir. Liman Von Sanders'in sorduğu soru şudur: "Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl bir çare tasarlıyorsunuz?" Mustafa Kemal: "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size iletmiştim. Çareye gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait çareler vardı. Fakat bu dakikada bir tek çare kalmıştır..." Liman Von Sanders soruyor: "O çare nedir?" Cevap kesindir: "Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Çare budur!.." Cevap alaylıdır: "Çok gelmez mi?" "Az gelir!.." Ve telefon kapanıyor. Pek kısa bir süre sonra olaylar, Liman Von Sanders Paşa'yı, kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında kalmaya mecbur etmiştir. Niyazi Ahmet Banoğlu
**JAPON VELİAHTI'NIN ZİYARETİ
Japon Veliahtı gelmişti. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk, bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı. Japon Veliahtı hayret etmişti. Atatürk, tarihten mitolojiye geçti ve yine Japon mitolojisinden konuştu. Veliaht'ın ağzı açık kalmıştı. Söz edebiyata intikal etti. Atatürk: "Japon Şiiri'nin dünya edebiyatında çok büyük etkileri vardır..." diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu. Veliaht, bunları nereden biliyorsunuz? diye soramadı. Fakat, Atatürk'ün bilgi ve hafızasına hayran kalmıştı. Atatürk hep böyleydi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, Veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmişti. Niyazi Ahmet Banoğlu
**"AL TABANCAYI, ÖLDÜR BENİ !.."
İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı.
Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:
- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet.
- Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra onu öldürmek için bize para da vereceklerdi.
- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
- Hayır.
- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?
- Geçerken işaret edecekler, "Mustafa Kemal işte budur" diyeceklerdi...
Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:
- Mustafa Kemal benim!" Haydi, al tabancayı ve öldür beni!..
Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktıktan sonra kendini dizüstü yere atarak bağıra bağıra ağlamaya başladı...
Çobanla Atatürk’ün "Bis"leri...
Atatürk ve arkadaşları Antalya’ya gidiyorlardı. Yolda bir yerde mola verildi. Yakınlardan bir türkü sesi duyuluyordu. Atatürk merak etti ve türkü söyleyenin bulunmasını istedi. Türküyü söyleyen çobanı bulup Ata’nın karşısına getirdiler.
Atatürk’le çoban arasında şu konuşma geçti:
- Türküyü sen mi söylüyordun?
- Evet.
- Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim.
Çoban nazlanmadan türküye başladı: "Demirciler demir döver, tunç olur..." Türkü bitmişti. Atatürk ellerini çırptı, alkışladı ve "Bis! Bis!" diye tempo tuttu.
Çoban bir şey anlamamıştı. Ata açıkladı: "Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir."
Çoban türküyü tekrarladı. Atatürk cebinden bir elli liralık çıkardı ve çobana verdi. Çoban paraya baktı, aldı ve memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı: "Bis! Bis!.."
"A be hemşerim!.."
Neşeli bir toplantının oldukça ilerlemiş bir saatinde bir vatandaş, "A be Paşam," diye söze başladı:
- Ne vakittir merak ederiz; Millî Mücadele’nin sonuna doğru, "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!.." emrini vermiştiniz. Akdeniz ilk hedef olduğuna göre, ikinci hedef neresidir?
Atatürk kendisine teklifsizce "A be Paşam" deyişinden Rumelili olduğu anlaşılan bu vatandaşa dikkatle ve yumuşak bir gülümsemeyle baktıktan sonra, masadaki kadehini alarak kaldırdı:
"A be hemşerim" dedi. "Hele şimdilik ilk hedefin şerefine içelim..."
**
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 12:04

**SEVMEK NE KELİME ATAM, TAPARIM!
Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.
O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar:
- Beni hakikaten sever misiniz?
Muhatabı hemen cevabı yapıştırır:
- Sevmek ne kelime Ata'm, taparım!
- Peki her dediğimi de yapar mısınız?
- Derhal
Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.
- Öyleyse, al tabancamı, sık kafana...
- "Aman Atam" der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.
İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:
- Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü?
**İNGİLTERE'YE DE Mİ SAVAŞ İLÂN EDİYORSUNUZ?
Büyük İzmir yangınından bir gün önce Hükümet Konağı'nda, Mustafa Kemal Paşa'ya bir bilgi sunmak için Vali Bey'in odasına girdim. İçeride Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Vali ve İngiliz Konsolosu vardı. Paşa, İngiliz Konsolosu'na sert bir biçimde şöyle diyordu: "Tebaanız hakkında benden teminat mı istiyorsunuz? Yunanlılar burada iken tebaanız daha mı emindi?" İngiliz Konsolosu, bu soru karşısında: "Evet..." cevabını verince, Mustaf Kemal Paşa daha da sertleşti ve yüksek sesle: "Öyle ise Yunanistan'a gidiniz!..." dedi. İngiliz Konsolosu, bu çıkış karşısında sordu: "İngiltere'ye de mi savaş ilan ediyorsunuz?" İngiliz Konsolosu'nun, haddini aşan bu cevabı karşısında Paşa, onu sanki tokatlıyormuş gibi bir ifadeyle konuştu: "İngiltere ile aramızda barış yapılmış mıdır ki, savaş ilan edip etmediğimi soruyorsunuz. Hem siz böyle şeyleri konuşmaya yetkili misiniz ki, bana bunu soruyorsunuz? Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanı'yım. Benim, her şeyi görüşmeye yetkim vardır. Senin de böyle bir yetkin varsa, ancak o zaman görüşebiliriz seninle. Böyle bir yetkiniz yoksa buyrunuz..." Mustafa Kemal Paşa "buyrunuz..." derken, İngiliz Konsolosu'na kapıyı gösteriyordu.
**SIĞIRTMAÇ MUSTAFA
Atatürk tarafından 1929 yılında himaye altına alınıp okutulan Yalovalı sığırtmaç Mustafa anlatıyor:
“O zaman daha sekiz yaşında idim. 1929 yılının yaz ayları içinde (15 Eylül) bir gündü... Sığırları otlata otlata çiftliğe geliyordum. Derken, uzakta yirmi kadar atlı belirdi... En öndeki atlı bana doğru geliyordu. Yaklaşınca atından indi; çiftliğe nereden gidildiğini soruyordu.
Elimle işaret ettim:
-Siz, yanlış yoldan gelmişsiniz... Çiftliğin yolu, şuradadır!
Bu atlı, benden adımı öğrenmek istedi:
- Mustafa! diye cevap verince gülümsedi:
- Benim de adım Mustafa... Demek adaşız!
Sonra birdenbire:
-Gazi’yi tanır mısın? diye sordu.
-Tanımam! dedim.
-Onu sever misin?
-Severim!
-Niçin seversin?
-Paşa olduğu için severim!
Tekrar gülmeye başladı. Ben, cılız, çelimsiz, hasta bir çocuktum.“Bu adam, benimle eğleniyor galiba...” dedim. Fakat o, sorgularının arkasını kesmiyordu; bir aralık sordu:
-Sen, ne iş görürsün?
-İşte şu gördüğün sığırları güderim!
-Ne kazanırsın?
-Ayda üç lira...
-Peki, söyle bana, ayda üç lira, senede kaç lira eder?..
Kendisinin ve yanındakilerin yardımıyla, ayda üç liranın bir senede ne ettiğini hesaplayarak cevap verdim:
-Otuz altı lira eder!
-Sana bu otuz altı lirayı versem, ne yaparsın?
-Hiç!...Almam ki...
-Neden almıyorsun?
-Otuz altı lira çok para...
Sonra biraz düşünerek ekledim:
-Neden aldın?diye sorarlar...
Tanımadığım yolcu, tekrar gülümseyerek:
-Aferin oğlum, dedi, böyle olmalı... Fakat, bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana! Kimse bir şey demez!
Hâlâ benimle alay edildiğini sanıyordum. Otuz altı lirayı kabul etmeye bir şartla razı oldum. Yolda yemek için getirdiğim yarım okka kadar ceviz vardı:
-Bu cevizleri alırsan, ben de senin paranı alırım! dedim.
O, bana bir avuç para verdi, ben ona bir avuç ceviz verdim. Böylece ödeşmiş olduk.
Ayrılacağı sırada, tekrar adımı sordu:
-Mustafa, dedim.
-Benimki de Mustafa, ama, dedi, yanında “Kemal”i var. Mustafa ile Kemal, bir araya gelirse ne olur?..
Küçük kafamın içi, birdenbire karıştı. İlk defa olarak kendime:
-Sakın, dedim, bu atlı; Mustafa Kemal Paşa olmasın?...
Sonra etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri saygılı hareketleri hatırlayarak; kararımı verdim:
-Odur!...Odur!...Gazi Paşadır! Ama, kendisine onu tanıdığımı belli etmedim.
Giderken sordu:
-Beni, başka bir yerde görsen tanır mısın?..
Başımı salladım:
-Tanımaz mıyım ya... Sen Gazi Mustafa Kemal Paşasın!
Hayvanlarını dörtnala sürüp gittiler. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm.
Ertesi gün(16 Eylül) kaplıcalara çağırdılar. Kapıdan içeri girince, hiç şaşalamadım. Hemen gidip elini öptüm:
-Mustafa... dedi, seni çiftliğime kâhya yapacağım! İster misin?..
Sordum:
-Kâhya ne demek?
-Çobanların en büyüğü odur!
Cevap vermedim. O tekrar sordu:
-Kâhyalık işi için ayda dört lira versem yetişir mi?
-Siz bilirsiniz! dedim. Gülümsedi.
-Hayır,Mustafa... Seni kâhya yapmayacağım, mektebe göndereceğim. Orada okuyup yazma öğreneceksin!
Sevindim:
-Mektebe gönderiniz!...Bu, daha iyi ... dedim.
Aradan yirmi dört saat geçmeden kendimi Şişli’deki Himayei Etfal (Çocuk) Hastahanesinde bulmuştum. Bana, orada çok güzel bakıyorlardı. Dört ay içinde tanınmayacak kadar değiştim. Yüzümün sarılığı kayboldu, iştahım geldi.
Bir gece yarısı hiç unutmam, hastahaneye gelmişti (21/22 Eylül). Doğruca benim yattığım odaya girdi. Onu görünce şaşırmıştım. Ayağa kalkmak istedim. Atatürk eli ile engel oldu:
-Sen ayağa kalkmayı bırak da, buradan nasıl çıkacağını düşün! diye gülümsedi.
Sonra:
-Hani, dedi, seninle pazarlığa girişmiştik, dört lira aylığa razı olmuştun!Şimdi ver bakalım hastahane paralarını...
Küçüktüm, sığırtmaçtım. Ama, şaka ettiğini anlamıştım:
- Sen koskoca Gazi Paşasın. Elbette hastahane parasını da verirsin! dedim.
Hastahaneden çıktıktan sonra Atatürk, beni gene aratarak,Beşiktaş’ta 19’uncu İlk Mektebe yazdırdı.
Beşiktaş’daki okula bir yıl kadar devam ettikten sonra Atatürk, beni Maçka’daki Fevziye Lisesine yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken, imtihan vererek Kuleli Askerî Lisesine geçtim.”
Atatürk, 1936'da bir lise öğrencisine şunları yazdırmıştır:
"Garb senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün garb, nihayet teknikte bir tefevvuk gösteriyorsa ey Türk çocuğu, o kabahat da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir neticesidir."
Atatürk yazları İstanbul’a gelmeye karar vermişti. Başlıca zevklerinden biri çatana ile Boğaz gezintileri yapmaktı. Yalıları sıyırarak geçerdik.
Atatürk halk ile,kalabalık içinde yaşama meraklısıydı. Halkın eğlendiğini görmekten zevk duyardı.
Bazen,mesela Kalamış koyunda, motoru kayıklar arasında durdurur,deniz seyrancıları ile haşır neşir olurdu.Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeyi sonradan öğrendi.Bir gün sormuştum:
-Paşam Selanik’te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydiniz?
-Aman çocuğum, o zaman soyunup denize girmek ne demekti, nasıl bakarlardı insana… demişti. Falih Rıfkı ATAY
**TALÂT PAŞA ve POLİTİKASI ( Atatürk Anlatıyor )
Onlar, uzun görüşmektense, temas edilen esaslı noktalara cevap vermektense büyük bir devlet adamı vaziyeti alarak ve emsalsiz inkılâpçı ruh sahibi olduklarını ima ederek ve bilhassa ince diplomatik ve usta politikacılık sanatlarına güvenerek, o vaktin meşhur tabiriyle "atlatmak"ı tecih etmişlerdir. Bunda muvaffak olduklarından emin idiler. Farkında değillerdi ki, kendilerini derin bir merhamet hissiyle dinliyordum. Zavallı Talât Paşa, kendisinin bir sapkın Ermeni kuşunuyla Berlin sokaklarında yere serildiğini işittiğim zaman ne kadar müteessir olmuştum! Sadrazam olduğu günlerden birinde, Sadaret makamında kendisine bazı hayatî meselelerden bahsetmiştim. Verdiği cevaplarla beni güzelce atlattığına kani olmuş hattâ bu memnuniyetini bir saat sonra görüştüğü yakın arkadaşına hikâye etmişti. Fakat iki gün sonra kendini telâşa düşüren bir vaziyet hasıl olması üzerine beni geceyarısında evine davet ederek, çare ve tedbir sormak lüzumunu hissetti. O gece, telâşlı sadrazamın meclisinde aynı arkadaşlarım da hazırdı. Şu sözleri söylemekle kendimi teselli ettim:
- Benden fikir ve mütalâa soruyorsunuz, söylemekte mâzurum. Çünkü ben size daha üç gün evvel çok hayatî bir mesele hakkında fikir ve mütalâamı söylemiştim. Siz ise beni atlattığınıza inanmış, hattâ sevincinizi ilân etmiştiniz.
- Asla! dedi.
- Söylediğiniz zat, yanınızda oturuyor dedim... ( 1926)
**ATATÜRK'ÜN SOFRA ARKADAŞLARI
Atatürk'ün, özellikle akşam sofrası, çok konuşulmuş ve hala da konuşulan bir konudur. Halbuki, bu sofrada, yapılacak bütün işler ele alınır ve enine boyuna ciddi olarak konuşulurdu. Ayrıca, hangi konu ele alınacaksa, o konuyu iyi bilen üniversiteden veya dışarıdan şahıslar da yemeğe çağırılır ve o konu iyice tartışılıp karara bağlanırdı. Toplantıyı Atatürk idare eder ve konuşmaları da kesinlikle şahsiyete dökmezdi. Eğer o konuyla ilgili kişi yoksa, hemen getirtilir veya konu başka bir güne bırakılarak o kimse de toplantıya çağırılırdı. Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırılırdı. Genellikle bazı kimseler, Atatürk’ün sofrasında hemen daima bulunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırır, ya makale yazdırır veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirdi. Sofrada bulunan kimselere, her zamanki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında Zevat-ı Mutade denirdi. Bu kimseler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu sofra başı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sualler yöneltir ve onu konuşmaya zorlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğrenmek isterdi. Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kuru fasulye mutlaka bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederdi. Hala da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostlar için çağırılan ses ve saz toplulukları, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine geri dönmüşlerdir.
Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul' dan
**ANKARA'YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM
Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:
- Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu.
Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:
- Neden? suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz "kayalık güzeldir" gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk :
- "Şimdi dalkavukluğu bırakın diye münakaşayı kapattı. Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak."
Em.Tümg. Muzaffer Erendil, Anekdotlarla Atatürk
**EFELERİN AKŞAMI
Atatürk'ün Ankara’ya ayak basışının yıldönümü halkevinde ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet etti.
- Şimdi size soframdakileri tanıtayım. Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve olacağı dile getirir.
Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı:
- Bunlar da, bu dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanlarından. Bana gelince, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam başınız olmazdım!
Biran başını önüne eğdi, biran yüzünde koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek seymenin birine hitap etti:
- Bırak şunu bunu; ne Mustafa Kemal, ne reisicumhur... İkimizde Türk, ikimizde efe... Sen beni bilmiyorsun , ben seni... Dağda karşılaştık; benden korkar mısın, korkmaz mısın?
- Sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım.
Cevap Atatürk'ün hoşuna gitmemişti : düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel bakalım, tam efe misin?
Başını dizine doğru çekti, gel bana desteklik et bakalım, dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir yerine nişan almağa başladı kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen seymende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seymenin korkudan bayıldığını sanıyordu, kurşunlar bitmişti.
Seymen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarılık vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen bir sesle;
- Kurşunlar bitti mi, paşam? diye sordu :
Bu yüzdeki huzuru bir anlık bakışla sezen Atatürk seymenin ata kurşunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri yaşlar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dedi ki:
- Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım. Behçet Kemal Çağlar, Atatürk: Denizden Damlalar.
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 12:14

***"ONLAR MİSAFİRDİRLER..."
Pera Palas ışıl ışıl.
Pera Palas İstanbul’un en ünlü ve lüks oteli.
İkinci lüsk otel Tokatlıyan.
İstanbul’a gelen Avrupalı zenginler, Pera veya Tokatlıyan’ı tercih ederler.
Bugün İstanbul’u işgal eden sömürgeci subaylar için Pera Palas’ta odalar ayrılmış. Seksen sömürgeci subay ve generalin eşyaları yerleştirilmiş; fakat kendileri otele gece yarısından sonra girmişler.
Onları otelde Levanten kadınlar, cilveli Rum kızlar, Ermeni dilberler karşılamış.
Viski ve şampanya su gibi akıyor.
Ortalarda dolaşan güzeller, sömürgeci subaylara baygın bakışlar gönderiyorlar.
Bugün, sömürgeciler dört yıldır savaştıkları Osmanlının başkentini işgal etmişler. Orduları, İstanbul sokaklarında zafer yürüyüşleri yapmış.
Bugün, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan ve Yunan askerlerinin ayak sesleri, Sultanahmet’in, Süleymaniye’nin, hatta İstanbul’un yedi tepesinden yükselen ezan seslerini bastırmış.
Bugün Türk’e karşı kazandıkları tarihi zaferin tadını çıkarıyorlar.
İngiliz Orduları Kumandanı General Harrington da yanında beş general ile Pera Palas’a girer.
Pardösülerini emre hazır bekleyen yaverlerine fırlattıktan sonra bara geçerler.
Yeni gelenlerin patırtıları bile, Pera’nın diğer salonlarından gelen şuh kahkahaları bastıramaz.
General Harrington’un masası, beş dakika içinde viski, şampanya ve her türlü mezelerle donatılır.
Ve bütün şampanya kadehleri havada tokuşur; “Konstantinepolis’in şerefine!”
Konstantinepolis; İstanbul!
Türk’ün göz bebeği İstanbul.
Sömürgeciye göre Bizans, İstanbul’da yok edilmiştir.
Türk de kendi göz bebeğinde yok edilecektir.
Bunu saklamaya hiç gerek duymuyorlardı ve işe İstanbul’dan başlamışlardı.
General Harrington’un masasında kadehler arka arkaya; “Konstantinepolis’e” diye tokuştu.
Pera’nın bütün salonlarında kadehler tokuşuyor. Kadehlerin “çın çınları” şuh kahkahaların kaba gülüşmelerin arasında eriyor.
General Harrington kadehini bir daha kaldırmıştır. Masadaki generallerin kadehleri de tokuşmak üzere havalanırlar; fakat bütün gürültüler birdenbire bıçak gibi kesilir.
Gözleri sessizliğin kaynağına dönmüş olan General Harrington ve arkadaşlarının elleri havada kalmıştır.
Sadece onların değil, bardaki bütün gözler kapıya yönelmiştir.
Bedenini saran paşa üniforması, omuzlarındaki apoletleri, göğsündeki madalyaları ve her adımda gıcırdayan parlak çizmeleriyle bara bir Türk subayı girmiştir.
Bütün gözler, bütün bakışlar donmuştur. Ortalıktaki sessizliği birkaç kadının iç çekişleri yırtar.
Bir Fransız kadının kendisini tutamaz. Sarışın Türk subayı yanından geçerken; “Ne güzel adam.” diyerek yanındakine gösterir.
Türk subayının göğsüne bastırdığı astragan kalpağı sol elinde. Koyu sarı saçları arkaya taranmış. Mavi gözler üzerindeki kalın kaşlar çatılmış, bakışlar buz gibi.
Otel Müdürü Mösyö Martin, Türk subayının önünden saygıyla yürürken iki garson arkasından seğirtir.
Sarı saçlı subay, bütün gözlerin üzerinde olduğunun farkında; fakat o hoş bir vurdumduymazlık içinde.
Sarışın subayın masasına yerleşmesini bekleyen Mösyö Martin saygıyla geri çekilir.
İki garson, sarışın subayın siparişlerini alarak uzaklaşırlar.
Diğer salondaki uğultu tekrar başlayınca bardakiler de kendilerine gelirler. Buna rağmen bütün masalardan kaçamak bakışlar sarışın paşaya gidip gelir ve sonra fısıldaşmalar.
General Harrington’un masasındaki kahkahaların yerini merak almıştır.
Kimdir bu adam?
Bütün Pera’daki uğultuları kestiren, güzel kadınlara iç çektiren bu Türk subayı kimdir?
Kaldı ki böyle bir günde, Osmanlı yerle bir edilmişken, kendileri zafere kadeh kaldırırken, meydan okurcasına Pera’ya giren bu Türk subayının burada ne işi vardır ve bu ne cesarettir?
Özellikle kendilerini bile sıradan bir sırıtmayla geçiştiren otel müdürünün bu Türk subayına iltifatı nereden gelmektedir?
General Harrington merakına mağlup olur ve bir tepsi içerisinde Türk paşasının siparişlerini götüren garsona işaret eder.
Generaller, garsonun elindeki tepsideki küçük rakı şişesiyle küçük bir tabaktaki beyaz leblebiye baka kalırlar.
General Harrington, eğilen garsonun kulağına Türk subayını göstererek kim olduğunu sorar.
Garsonun cevabı hepsini dondurur.
Biraz önce muhteşem girişiyle salonları susturan Türk subayı; İngilizlerle, Fransızlara Anafartalar’ı dar eden, Conkbayırı’nı cehenneme çeviren, Çanakkale’de kendilerine dayak atan Binbaşı Mustafa Kemal’dir.
Çanakkale’de3ki Binbaşı Mustafa Kemal, şu an karşı masada oturan Mustafa Kemal Paşadır.
İngiliz generallerin masasında artık kahkaha yoktur.
İstisnasız hepsi namını bildikleri Binbaşı Mustafa Kemal’in hayranıdırlar.
Kendisini çabuk toparlayan General Harrington garsonu tekrar çağırır:
- Hemen gidiniz, General Mustafa Kemal’i masamıza davet ediniz.
General Harrington’un davetinden masadakilerin hepsi memnun olmuştur.
Emri alan garson, Kemal’in masasına doğru giderken generalle birlikte tüm bardakilerin gözü onun üzerinde toplanır.
Kemal içkisinin ilk yudumundan önce bir Bafra maden sigarası tellendirmiş, ağzına birkaç beyaz leblebi atmıştır.
Çağırmadığı halde kendisine doğru gelen garsonu görünce meraklanır:
- Bir şey mi var çocuk?
Garson saygıyla eğilir:
- Zat-ı alinize bir daveti iletmekle vazifelendirildim paşa hazretleri.
Kemal; “Hımm.” diye gülümsedikten sonra sorar:
- Nasıl bir davetmiş bu?
Garson, barın köşesindeki masayı gösterir:
- General Harrington ve arkadaşları sizi masalarına davet ediyorlar efendim.
Kemal başını çevirir ve garsonun gösterdiği yöne bakar. General Harrington ve arkadaşları gözlerini dört açmış gülümseyerek kendisine bakmaktadırlar.
İngiliz ve Fransız generaller, onunla göz göze gelince tipik bir sırıtmayla baş eğerek selam verirler.
Kemal de bir baş eğmesiyle selamı iade ettikten sonra garsona döner:
- Harrington cenaplarına saygılarımı iletiniz; lakin onların benim masama gelmeleri gereklidir. Lütfen kendilerini masama davet ettiğimi söyleyiniz. Burada ev sahibi olan biziz, kendileri misafirimizdirler.
Bu cevaba garson şaşırır; fakat asıl şaşkınlığı Kemal’in cevabını duyan General Harrington ve arkadaşları gösterir.
Şaşkınlık da değil, resmen bozulurlar.
Bozulmalarının asıl sebebi reddedilmek değil, misafir addedilmektir.
Misafir!
Yani geçici.
Yani gidici!
Üstelik davet edilerek gelen.
Kaldı ki onlar davet de edilmediler, yüzsüzce geldiler.
İngiliz ve Fransız generaller, Kemal ile tanışmak için can attıkları halde yapılan hakareti hazmedemezler.
Kadehlerini bir dikişte yuvarlarlar.
Ne kadeh tokuşturmak ve ne de; “Konstantinepolis’in şerefine!”
Sadece içlerindeki kin daha da büyür.
Mavikuş Yayıncılık tarafından basılan Nurten ARSLAN’ın “Küçük Anılarda Büyük sırlar” kitabından alıntı
**BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ!..
Atatürk, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu'yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker, Erzurum yolundadır. Ilıca'da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursun oğlu şöyle anlatmaktadır:
"20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına kartal kanadı attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.
Mustafa kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.bu kısa hoş-beşten sonra Paşa ihtiyara:
-Ağa, dedi. Böyle nereden geliyorsun?
- Paşam Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova'daydım. Şimdi köyüme dönüyorum.buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi.sonra da ekledi.
- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?
- Hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer.bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki "ırz kırıkları" bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malını kimlere veriyorlar?..
Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı.
- Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:
-Bu milletle neler yapılmaz!..dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı.
Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk
*tatlıcadı
*Izmir kurtuldu, cok tatli bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler.
Trene binerler kompartimana cekilirler. Ertesi gun kompartimanin kapisini
calar yaveri, acar yorgun, bitkin, kravatini yikamaktadir Ataturk. Yaveri
"ya pasam bu ne hal hic uyumadiniz herhalde niye boylesiniz" der. "Ya
çocuk kompartimanima yastikla battaniye koymayi unutmussunuz. Kolumu yastik
yaptim agridi setremi yastik yaptim usudum bende uyumadim kalktim" der.
Yaveri; "aman pasam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastikla
battaniye getirirdik" der. Ve bir ulke kurtarmaktan donen komutan soyluyor
bunlari tarihi bir cevap der ki "Gec farkettim hepiniz en az benim kadar
yorgundunuz. Hicbirinize kiyamadim. Onemli olan benim uyumam degil
milletimin rahat uyumasi".
*<< Mustafa Kemal''in Hz. Muhammed(s.a.v)''i rüyasında görmesi>>...
Rahmetli Gazi''yi bize nasıl tanıttılar, nasıl… Bugün, artık son nefesini "Saat kaç?" diye değil (ölüm ânında yanında bulunanların şahadetiyle), "Ve Aleykümselam!" diye verdiğini kesinkes öğrendiğimiz Rahmetli Gazi''ye ait iki hatırayı daha Yusuf Koç ve Ali Koç kardeşlerin son çalışmaları "Başbuğ Atatürk" adlı eserlerinden sizlerle paylaşacağız.
Bakalım iftiracı vicdanlar tövbe edecekler mi?
"Memleketin her tarafında çetin bir mücadele ve mukavemet başlamıştı. Ankara bir kurtuluş burcu ve Mustafa Kemal''in adı bir bayrak olmuştu. Antep, mücadele günlerinin acı bir devresiydi. Memlekette istiklâl şuurlaşmış, topyekûn bir vuzuh kazanmıştı.
O zaman ilkokulun ihtiyari sınıfındaydım. Bir sabah okula geldiğim zaman çocukların bahçede toplanmış olduğunu gördüm. Din dersleri muallimi Hafız Halil Efendi''nin konuşacağını söylediler. Halk da okulun bahçesinde toplanmıştı. Az sonra Hafız Halil Efendi kürsüye çıktı. Titrek fakat heyecanlı bir sesle:
''- Din kardeşlerim, sizi Şeyh Sunusî Hazretlerinin bir tebşiri için buraya topladım'' dedi ve şu vakayı anlattı:
''- Şeyh Sunusî Hazretleri bir gece Peygamberimizi rüyasında görmüş ve koşup elini öpmek istemiş. Peygamber kendisine sol elini uzatmış, buna şaşıran ve mahzun olan Şeyh, Peygambere hitaben:
- Ya Resulâllah niçin sağ elinizi vermediniz? Diye sual edince şu cevabı almış:
"Sağ elimi Ankara''da Mustafa Kemal''e uzattım."
Bu rüyayı anlatan Hafız Halil Efendi''nin elleri, çenesi ve dili titriyordu. Gözleri dolu doluydu; hitabesi kalabalığı etkilemişti. Birden gür ve imânlı bir sesle:
-Ey ahali, Mustafa Kemal muzaffer olacak, Peygamber Efendimizin sağ eli onun elindedir. Buna iman edin!.. diye haykırdı ve kürsüden indi.
Sonradan öğrendiğime göre, Merhum Hafız Halil Efendi bu rüyayı camide va''zetmiş ve onu imanlı tefsirlerle tamamlamıştır."
"Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s. 153-155)
***
*İstiklal Harbi günlerinde, Sakarya Meydan Muharebe''lerinin en kritik dönemlerinde, top seslerinin Ankara''dan duyulmaya başlandığı ve Büyük Millet Meclisi''nin Kayseri''ye nakledilmesinin bile düşünüldüğü günlerde Atatürk, günlük çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü ve bugün müze olarak değerlendirilen Ankara Tren İstasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir sırada Çavuş Ali Metin''e:
Acele olarak Fevzi Paşa''yı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle. Diyor.
Ali Metin, Fevzi Paşa''yı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk''ün yanına gelmek üzere, hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor. Fevzi Paşa Atatürk''ün yanına girince, Atatürk ona bir kâğıt kalem uzatıp:
Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver, diyor.
Kendisi de bir kâğıt kalem alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı, Fevzi Paşa''ya vermek üzere yazmaya başlıyor. Yazma işi bittikten sonra, her iki Paşa da karşılıklı olarak yazdıklarını alıp okuyorlar ve okuma işi bittikten sonra birbirlerine bakıp sevinçle gülümsüyorlar.
Her ikisinin de yazdıklarını kendi kâğıtlarından okuyan Ali Metin, her iki kâğıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor:
Hz.Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Hacı Bayrâm-ı Velî''ye diyor ki:
"-Mustafa''ya söyle, korkmasın, sonunda zafer onların olacak."
Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizi, Hacı Bayrâm-ı Velîye bu sözleri söylerken gören o iki muzaffer kumandanın o günkü isimleri, ''Mustafa Kemal'' ve ''Mustafa Fevzi''dir.
(Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s.160-161) *Alıntıdır...

**Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadınarastladık.
Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.
Merhaba nine
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
Merhaba dedi.
Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle birduraklayıp,
Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın?
Yoksa bekçisimi?
Paşa gülümsedi.
Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar
Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir.
Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey,
otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim.
Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da....
Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü.
Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi
bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum.
Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden
işte ağşamdan belli böyle
kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadını birden yüzü sertleşti.
Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...
O bizim vatanımızı gurtardı.
Bizi düşmanın elinden kurtardı.
Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan?
Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz.
Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı?
Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm.
Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım
ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu,çok duygulandığı her halinden belliydi.
Bana dönerek, Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...
Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim.
Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen,
seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü.
Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı.
Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü.
Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı.
Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri.
Bunu Atatürk'e uzattı;
Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi
Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
*atamızın kadınlara sağladığı haklar
Atatürk kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin her alanda çağdaş ve dünya
ülkelerine örnek bir devlet olmasını istiyordu. Devleti idare
şeklinde, kılık kıyafette eğitimde ve hukukta
yapılan köklü değişiklikler bu yolda önemli adımlar oldu. Bu
zincirin bir halkası da "Kadın Hakları"ydı. O'na göre
kadınların erkeklerle eşit olmadığı bir toplum "Ben
medeniyim." diyemezdi. 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da yaptığı konuşmada;
"Bir sosyal topluluk, bir millet, erkek ve kadın denilen iki tür insandan
oluşur. Kabil midir ki, bir kitlenin bir parçasını geliştirelim,
diğerine müsamaha edelim de kitlenin bütününü ilerletebilmiş olsun. Mümkün
müdür ki, bir insan topluluğunun yarısı toprağa zincirlerle
bağlı kaldıkça, diğer bölümü gökyüzüne yükselebilsin. Şüphe
yok, gelişmenin adımları dediğim gibi, iki cins tarafından
beraber arkadaşça atılmalı ve gelişme ve yenilik alanında
birlikte, kesin bir tavır alınmalıdır. Ancak böyle olursa
inkılâp başarılı olacaktır." diyerek inkılâpların
ana felsefesini ve kadın hakları ve eğitimi konusunun önceliğini
belirtmişti.
O dönemde İstanbul'da bulunan bir İngiliz muhabiri; "Mustafa Kemal
Paşa ve arkadaşları memlekette birçok yenilikler yapabilirler, pek
çok şeyi değiştirebilirler; lâkin yalnız bir şey yapamazlar
o da kadınların hayatını değiştirmektir?" diyerek bu
konudaki çekincelerini dile getirmişti.
İngiliz muhabirin dile getirdiği düşünceler Avrupa'daki genel
kanının bir örneği konumundaydı.
"?kadınlarımızın da aynı tahsilden geçmeleri
sağlanacaktır..." diyen Atatürk genel kanının aksine
atılımları peş peşe gerçekleştirmişti.
İlk olarak 3 MART 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu
çıkarttırmıştı. Böylece Tanzimat Dönemi'nden kalma ikili
eğitim sistemi kaldırılmış, millî ve çağdaş
eğitimin temelleri atılmıştı. Bu kanun, kadını ve
erkeği ile Türk milletini çağdaşlaştırma yolunda önemli bir
adım olmuştu. 17 Şubat 1926'da kabul edilen Türk Medenî Kanunu,
kadınlarımıza ileri düzeyde bazı haklar
tanımıştı. Getirilen yenilikler bunlarla
sınırlandırılmamıştı.
Ulu Önder'in karma eğitim konusundaki kararlı tutumu sonucunda III.
Heyet-i İlmiye'nin 1926 yılında aldığı kararlar
ışığında 1927-1928 öğretim yılından itibaren
karma eğitime geçilmişti. Bu sayede kız-erkek öğrenciler bir
arada okumaya başlamıştı.
Karma eğitim, o devirde yapılabilecek en büyük atılımdı. Bu
sayede kadınlarımız yavaş yavaş kendilerini çevreleyen
duvarı yıkıp eğitim ve iş hayatında görünmeye
başlamışlardı. Zira, o yıllardaki istatistiklere
baktığımızda; Atatürk döneminde ilk öğretim kademesindeki
en yüksek artış % 352 ile kadın öğretmenlerde ve % 323 ile
kız öğrencilerde görülmüştü. Modern Türk kadınının
bilgi, beceri ve davranış yönünden yetiştirilmesini amaçlayan
kız enstitülerinde kız öğrencilerin sayısında % 225
artış sağlanmıştı. Cumhuriyet kurulduğunda yüksek
öğretimde hiç kadın öğretim üyesi yokken Atatürk'ü kaybettiğimiz
1938 yılında bu sayı 99'a çıkmıştı. Genel olarak
yüksek öğretim
kurumlarında erkek öğrenci sayısı % 220 artmışken,
kız öğrencilerin sayısı % 525 artış göstermişti.
Bu artışlar, Atatürk döneminde kadın erkek eşitliğine önem
verildiğinin en büyük kanıtı durumundadır.
Kurtuluş yolunun eğitimden geçtiğine ve bunun da kilit
noktasının kadın olduğunun en başından beri
farkında olan Atatürk'ün kadınlara sağladığı bu haklar
ve bu haklara kadınların gösterdiği yoğun ilgi sonucunda
kadınlar ikinci sınıf insan kategorisinden çıkmış ve
çağdaş medeniyetler seviyesindeki yerini almıştı. Gün
geçtikçe Türkiye'nin dört bir yanına yayılan eğitim imkânı bir
nevi Ulu Önder'in Kurtuluş Savaşı'nda destanlar yaratan Türk
kadınına itibarını geri vermesiydi. Eğitim alanında
sağlanan bu haklar, diğer alanlardaki pek çok hakkı da beraberinde
getirmişti. Mesleğe yönelik okullar açılmış ve buradan
mezun olan kadınlar doğrudan Türk iş hayatındaki yerlerini
almışlardı.
Örneğin; 1927 yılında ilk kadın doktorlarımız
görevlerine başlamışlardı. Müteakiben kadınlara siyaset
yolu da açılmıştı. 1931 belediye seçimlerinde siyasal haklara
kavuşturulan Türk kadınları, bu haklarını ilk defa 1933'te
kullanmışlar ve İstanbul ile diğer kentlerde belediye ve
yaşlılar meclisine seçilmişlerdi.
Aynı yılda Hitler'in NSDAP partisi Almanya'da iktidara gelip, Alman
kadınlarını "çocuk, kilise, mutfak" alanlarına hapsetmişti.
Öncü olmanın, bir millete liderlik yapmanın, onu topyekün ileri götürmenin
ne kadar meşakkatli ve önemli olduğunu Ulu Önder Atatürk'ün neden
diğerlerinden daha üstün bir devlet adamı, bir lider olduğunu
yukarıdaki örnekte bir kez daha açıkça görmekteyiz.
Bir tarafta eve kapatılmış, diğer tarafta zincirlerinden
kurtulmuş her türlü hakka sahip olan kadınlar?
Atatürk, toplumsal anlamda yaptığı değişikliklerin
dışında bireysel olarak da bu konularda duyarlı
davranmıştır. Baktığımız zaman manevî
çocuklarının birisi hariç tamamının kız olduğunu
görürüz. Hepsinin eğitimleriyle bizzat kendisi ilgilenmişti. Afet
İnan, O'nun girişimleri sonucunda tarih profesörü, Sabiha Gökçen ise
savaş pilotu olmuştu ki, Sabiha Gökçen'in savaş pilotluğu
eğitimi aldığı yıllarda dünyanın çoğu yerinde
kadınlar ilk öğretim seviyesinde eğitim dahi alamıyorlardı.
18 Nisan 1935'te bizzat kendisinin çabaları sonucunda milletler arası ilk
kadın kongresi İstanbul'da toplanmıştı.
Geçmişte evinden sayılı gün çıkabilen, erkeklerle yan yana
dolaşmaları yasaklanan kadınlarımız, Cumhuriyet dönemiyle
birlikte uygar bir seviyeye ulaşmıştı. İlerlemeyi ve
ilelebet payidar olmayı kafasına koymuş bir milletin
uyanışında öncü olmuşlardı. Kadın demek, hayatın
yarısı demekti. Ve bizim bu yarımız Cumhuriyet döneminde 20 nci
yüzyıl dünya kadınlarına örnek olacak konuma gelmişlerdi.
Görülen bütün gelişmeler "Türk Anası"nın daha iyi yetişmesini ve
bilgili hale gelmesini sağlamıştı.
Günümüz Türkiyesinin gençleri bilinçli, sağlıklı ve erdemli olarak
yetişmiş, yetişiyor ve yetişecek olmasını Cumhuriyet
döneminde kavuştuğu eğitim şansıyla kendisini en iyi
şekilde yetiştiren Türk Analarına borçludur.
**ATATÜRK ÜN EZANA SAYGISI
Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona'nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul, camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk'e son okuduğu kitabı getirmiş, yanı başında oturtuyordu. "Söyler misiniz, bana bir Münir çalsınlar," dedi Atatürk. Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan Ata'nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde, hem ezan bitmişti, hem o kendini toparlamıştı. "Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkan yok, Füreyacım," dedi yumuşak bir sesle. "Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam," dedi Füreya.
**ZÜBEYDE HANIMA MEKTUBU
1 Ağustos 1920
Muhterem valideciğim,
İstanbul'dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı artırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tahmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur.
Biliyorsunuz ki İstanbul'da iken yabancı devletler, devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle, bir kısmını da Malta'ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 3. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, Hükümete benim gidiş nedenimi sordular.
Nihayet İstanbul'a çağırılmamı istediler, bunda ısrar ettiler. Hükümette beni kandırarak İstanbul'a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Bunun derhal farkına vardım. Tabiatıyla kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerçek durumu yazdım ve gelemeyeceğimi bildirdim. Zatı şahanede önce uygun buldu. Fakat daha sonra İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda O'da İstanbul'a dönmemi emretti.
Bu suretle artık resmi görevimde kalmaya imkan görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe de İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı duyulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu halkı, tüm ulus, hakkımda büyük bir sevgi ve güven gösterdi, "seni bırakmayız" dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Bende öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümette benimle uğraşmak istedi. Fakat gücü buna yetmedi ve yetemez.
1-Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara gelecektir. Bende ihtimal o zaman İstanbul'a geleceğim. Sıhhat ve afiyetteyim, katiyen hiç merak etmeyiniz.
2-Salih Bey (Salih Fansa) Fuat Beyden alacağını aldı mı? Bunu bilgi almak bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bana bildiriniz.
3-Bu mektubu getirecek olan "...." size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.
4-Hemşiremin sıhhati nasıldır. Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi?
5- Salih(Fansa) Beyle Madam Salih Bey inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yad ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz.
6-Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas'a gideceğim. Tekrar Erzurum'a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekala bilirsiniz ki ben, yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.
Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim. M. Kemal *NOT: Asagidaki yazi HAFTALIK dergisinden alinmistir.)
****< MUSTAFA KEMAL HAKKINDA BILINMESI GEREKEN 30 OZEL SEY...>
1."ATA" LAFINI SEVMEZDI
"Ataturk" hitabini ilk kez donemin Turk Dil Kurumu Baskani bir konusmasinda kullanmis, Mustafa Kemal de cok begenerek soyadi olarak almisti.Kendisine Ata" diye hitap edilmesinden hic hoslanmazdi.
2.EN SEVDIGI YEMEK
Manastir Askeri Lisesi yillarindan kalan bir aliskanlikla hayati boyunca en sevdigi yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldi. Tatliya duskun degildi ama cani istediginde cok sevdigi gul recelini tercih ederdi.
3.EN BUYUK HAYALI DUNYA TURUNA CIKMAKTI
Omru yetseydi bir dunya turuna cikip Turk dili ve tarihi uzerindeki calismalarini genisletmek en buyuk hayaliydi.
4.BASUCU KITABI "CALIKUSU" YDU.
Binlerce kitabi vardi.Ama bunlarin arasinda bir tanesini hayati boyunca hatta cephede bile basucundan ayirmadi. Resat Nuri Guntekin'in unlu Calikusu" romanini hep yaninda tasir, her gun rastgele bir yerinden acar, birkac sayfa okurdu.
5.KABUL SALONUNDAKI AT YAVRUSU
Atlardan sonra en sevdigi hayvan kopekti. "Fox" adini verdigi kopegi, Gazi`nin yataginin ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara duskunlugu o dereceydi ki bir gun misafirlerinin de gorebilmesi icin yeni dogmus bir tayla annesinin Cankaya Kosku kabul salonuna getirilmesini bile emretmisti.
6.TAM BIR SALON ADAMI
En sevdigi dans valsti. Muzik zevki cesitlilik gosteriyordu.Klasik Bati muzigi disinda Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.
7.GOMLEKLERININ TUMU BEYAZDI
Gomleklerinin hepsi beyazdi. Bu gomlekler ilk yillarda Isvicre`de ozel olarak dikilirken sonra yerli mali kullanma kampanyasina onculuk edebilmek icin Beyoglu`nda bir terziye diktirilmeye baslanmisti.
8.DOLABINDA LACIVERTE YER YOKTU
Takim elbiselerinin tasarimlarini hep kendisi cizerdi.Lacivert takim giymeyi sevmezdi.
9.OLCULERI
Boyu 1.74 idi.Hayatinin son donemlerine kadar 76 olan kilosu hastaliginin ilerlemeye baslamasiyla 46'ya kadar dusmustu. 43 numara siyah rugan ayakkabi giyerdi.
10.RUMELI SIVESI
Ozenli ve temiz bir Turkce konusurdu. Ancak bazi kelimeleri Rumeli sivesiyle telaffuz ederdi.
11.HAZIN BIR HIKAYE
Hayatinda bir donem cok onemli yer tutan Mustafa Kemal`in evlenmesinden sonra hayatina trajik bir sekilde son veren Fikriye Hanim`in mezarinin nerede oldugu bilinmiyor.
12.CUMHURBASKANLIGINDAN SIKILIYORDU.
Hayatinin cogunu gecirdigi savas cephelerinden sonra Cumhurbaskani olarak gecirdigi yillar ona bir tecrit yasantisi gibi geliyor, cok sevdigi halkindan ve sade bir vatandas yasamindan uzaklastigini dusunuyordu.
13.PAPA`NIN TEMSILCISINE ELBISE
Kiyafet Kanunu cercevesinde tum din adamlarinin dini kiyafetleriyle sokaga cikmalari yasaklaninca, Monsenyor Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milasli eliyle bir koleksiyon hazirlatti.
14.KENDISI TIRAS OLMAZDI.
Sabah kahvaltilariyla arasi hic hos degildi.Yataktan kalkar kalkmaz odasindaki divanin uzerine bagdas kurarak oturur, gunun ilk kahvesini sigarasini icerdi.Bir ozelligi de kendi kendine tiras olmamasiydi.
15.DUZEN TAKINTISI VARDI
Evinde ,cevresinde hatta konuk oldugu evlerde bile egri duran esyalari duzeltmeden rahat edemezdi.
16.HOSGORULU LIDER
Koylunun birinin gazete kagidina sardigi tutunu icmeye calisirken eli yanmis,"Alin bunu kendi icsin" diyerek Ataturk`e
kufretmisti.Mahkemeye cikarilacakti. Ataturk olayi dinledikten sonra "Onu mahkemeye vereceginize dogru durust sigara icmesini temin edin" dedi.
17.SIGARA PAZARLIGI
Hastaliginin baslangicinda kendisini muayene eden Dr.Fissinger gunde kac paket sigara ictigini sormus, Ataturk "sekiz" demisti. Doktor bunu gunde bir pakete indirmesi gerektigini soyleyince gulumseyerek cevap vermisti:"Ben zaten bir paket iciyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacagim".
18."BU NASIL HALKCILIK?"
Bir sabah milletvekilleri ile trene binmisti.Konduktorun milletvekillerinden bilet parasi almamasina sasirmis nedenini
sormustu.Trenin milletvekillerine bedava oldugunu ogrenince epey sinirlenmis, "Ne de guzel halkcilik ama" demisti.
19."LAIKLIK ADAM OLMAKTIR!"
Ilk mecliste bir oturum sirasinda uyelerden biri laikligin ne manaya geldigini anlamadigini soyleyince Gazi cok sinirlenmis ve elini
kursuye vurarak bir din bilgini olan uyeye cevap vermisti: "Adam olmak demektir hocam,adam olmak!"
20.KURBANLARI BAGISLARDI
Gittigi yurt gezilerinde kendisi icin kurban edilen hayvanlara bakamaz boyle durumlarda sirtini doner yada kesilmelerini engellerdi.
21.YABANCI DILE MERAKI
Askeri lisede ogrenmeye basladigi Fransizca'yi sonraki yillarda gelistirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardi. Konusurken araya
Fransizca sozcukler de eklerdi.
22.FASULYESINE POKER
Kumardan hoslanmaz ama arkadaslariyla fasulyesine poker oynardi.Oyun sonunda kazandiklarini iade ederdi.
23.KAN GORMEYE DAYANAMAZDI
Cephelerde dusmanla gogus goguse savasmis biri olarak en ilginc ozelligi savas meydanlari disinda kan gorunce fenalasmasiydi.
24.KULAKLARI DUYAN TEK KISI.
Fransiz tarihcisi Herriot Ankara`ya geldiginde Gazi`nin kulaklarinin duyuyor olmasina sasirmis anilarinda bunu espirili bir dille anlatmisti: "T.C`de bir tane kulaklari duyan kisi var onu da Cumhurbaskani yapmislar".
25.BIR RICASI BAS ACTIRDI
Bir gun halk arasinda dolasirken carsafli bir kadina rastlamis, "Hafiz Hanim benim hatirim icin basindaki ortuyu acar misin?" diye sormustu. Kadin bas ortusunu acarak , Ataturk`un onunde egildi ve ellerini optu.
26.BILARDO VE YUZME
Sportmen kisiligi vardi. Her gun at biner , yuzmeye gider ve bilardo oynardi.
27.EN BASARILI DERS.
Egitim hayati boyunca en basarili dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayati boyunca surdu.
28.YAGCILARA GECIT YOK
Yagcila cok kizardi Bir aksam sofrasida kendisine gereksiz sekilde iltifat eden Abdulhak Hamit`e mudahale etti.
29.SON YILBASI GECESI
1937`yi 1938`e baglayan son yilbasi gecesini Disisleri Bakani Tevfik Rustu Aras ile bas basa gecirmisti. O gece dolabindaki bazi elbiseleri bakana hediye etmisti.
*30.KOSKTEKI GUVERCINLIK
Kuslari cok severdi.Cankaya Kosku`nde ozel bir bakicinin ilgilendigi guvercinligi vardi.
** İZMİR KURTULDU
Izmir kurtuldu, cok tatli bir yorgunluk,Ankara'ya hareket edecekler.Trene binerler kompartimana cekilirler.
Ertesi gun kompartimanin kapisini calar yaveri, acar yorgun, bitkin,kravatini yikamaktadir Ataturk. Yaveri " pasam ,bu ne hal hic uyumadiniz herhalde niye boylesiniz"der.
"Ya çocuk kompartimanima yastikla battaniye koymayi unutmussunuz.Kolumu yastik yaptim agridi , setremi yastik yaptim usudum , bende uyumadim kalktim"der.
Yaveri;"aman pasam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastikla battaniye getirirdik"der.
Ve bir ulke kurtarmaktan donen komutan tarihi bir cevap verir,der ki "Gec farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz.Hicbirinize kiyamadim.Onemli olan benim uyumam degil milletimin rahat uyumasi".:bravo: :bravo: :bravo: :bravo: :bravo:
* ŞİMDİ BÖYLE İNSAN VARMI SORARIM ESEN KALIN SEVGİYLE KALIN......
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 12:15

BİR TÜRK GENCİNİN ATA'YA HİTABESİ
Sevgili Atam!
Sana bu hitabeyi 33 yaşına girmiş,
Gelecek güzel günlerden çoktan umut kesmiş,
Temel eğitimini tamamlamış, Ve ancak şimdilerde seni tanıyabilmeye başlayan,
Türk istikbalinin evlatlarından biri olarak yazıyorum.
Seni ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlarım.
İlkokul birdim. Miniciktim.
Elimde beslenme çantam, önlüğümün cebinde annemin sevgisi, sınıfımda bilim
öğrenecektim.
Karatahtanın dört parmak üzerine ortalanmış çerçevenin içinden bana bakıyordun.
Bakışların keskindi.
ABC'den sonra ilk öğrendiğimdin; Gazi Mustafa Kemal'din. Çocuktum...
Bana, bize, tüm dünya çocuklarına bayram armağan etmiştin.
Armağanını, uygun adım sol-sağ-sol Sol-sağ-sol
Kutladık...
Kaçımızın ayağı su toplamıştı, kaçımız bayılmıştık...
Biz bayramlarda ağlayan çocuklardık.
(Ne zaman salıncakta sallanan fotoğrafını görsem, geçen 23Nisan'lara yanarım.)
Ortaokul ve lisede hep seni anlattılar bana...
Dünyaya ancak yüz yılda bir gelen dahiydin...
Şahin bakışların vardı, hürriyete aşıktın...
En azılı düşmanlarına karşı bile merhametliydin, Ama savaş meydanlarında
karşında kimse duramazdı.
Aslandın, kaplandan, kartaldın,panterdin...
Özgür geleceklere açılan pencereydin.
Sözün özü benim sevgili atam;
Kodumu oturtan milli eğiticiler böyle anlatmıyorlardı.
Beni milli bir şekilde eğitenler,
Failatün, failatün,failatün, failün ölçü sistemini,
Niagara Şelalesi’nin yükseklik ve debisini,
Yes, it is a pensil demesini, Deli İbrahim’in küpesini, Bir bir kafama yerleştirdiler de;
Bana senin insan yönünü anlatmadılar.
Sigara tiryakisi olduğunu, Rakı içtiğini, Aşık olduğunu, Evlendiğini,
Kim bilir kaç geceler Savaş meydanlarında cesetlere
bakıp,İçin için ağladığını, Özlemlerini, hasretlerini, Geleceği kazanmaya dair
fikirlerini,
Anlatmadılar.
Bana, bize, tüm dünya gençlerine Bayram armağan etmiştin.
Armağanını, uygun adım sol-sağ-sol sol-sağ-sol Kutladık...
Kaçımızın ayağı su toplamıştı.
Kaçımız kıçına yediği sopa yüzünden altına işemişti.
Biz bayramlarda bunalan gençlerdik.
( Ne zaman baloda smokinli fotoğrafını görsem, geçen 19 Mayıs’lara yanarım.)
Bir yandan;
Heykellerini diktik,
Dağa-taşa siluetlerini çizdik, Her kitaba, her yazıya Mutlaka senden alıntılar yerleştirdik.
Bir yandan;
Her işin kolayına kaçtık,
Ticarette kazık attık,
Üretim yerine kopyaladık,
Bilim adamlarını sindirdik,
Aydınları yargıladık,
Yoktan yere nice vatan hainleri ürettik,
Çoktan yere nice amaçsız gençler yetiştirdik.
Zeki, çevik ve aynı zamanda düzenciydik.
Eğitimi siyasete kurban verdik,
Ekonomiyi siyasete kurban verdik, Aydınlık olması gereken gelecekleri
Siyasete kurban verdik.
Varlığımız siyasi emellere armağan oldu...
Benim biricik Atam;
Biz Demokles'in kılıcını sapından değil Keskin yanından tutmayı marifet
bildik.
Sözün özü sevgili Atam
Senin ruhunu gıdım gıdım içtik,
Tükettik... Tükettik...Tükettik...
Dedemden babama, babamdan bana Politikacı tabiriyle "enkaz devralmış" bulunmaktayız.
Bu gidişle biz, çocuklarımıza devredecek Enkaz bile bulamayacağız...
Türk'tük, doğruyduk, çalışkanlığımız şüpheli;
Birinci vazifemiz; Türk istiklalini ve Türk
Cumhuriyeti'ni İlelebet muhafaza ve müdafaa etmek,
Ülkümüz; Yükselmek, ileri gitmekti...
Uzun bir yoldu...
Yorucu ve yıpratıcıydı..
Adidas'larımız eskidi,McDonalds'ta mola verdik.
Belki de "Bir Türk dünyaya bedeldir" deyişini Biz "Her Türk dünyaya bedeldir" anladığımız için emanetini,
1 milyon beş yüz seksen bin kat küçültmeyi becerdik...
Verdiğin en önemli görev:
Bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifem
Türk istiklalini ve cumhuriyetini İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir, bilirim.
Muhtaç olduğum kudretin,
Sana güvenimde mevcut olduğunu belirtir, ellerinden hasretle öperim...
Baştan sonuna kadar okuyanlara teşekkürler sizler gerçek bir Atatürkçüsünüz bence okuyanlar : } bu işareti yapsın
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti omeralemdar » 09 Haziran 2008 12:19

**ATATÜRK**

Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım evliliğinin trajik hikáyesi
Mustafa Kemal'in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz.
Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed'in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı? İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi...
Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed'in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...
Ahmed dedesinin adını taşıyordu...
Tarih 6 Mayıs 1876.
Yer Selanik.
Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymaya çalışan 10 kadar Türk'ü de döverek, Amerika Konsolosluğu' na götürdüler.
Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf giymiştir, bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami'de toplandılar.
Kızın ABD Konsolosluğu' nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin'in öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü.
Başkent İstanbul, Avrupa'nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman'ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti.
Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı "Kızıl Hafız" diye bilinen Hafız Ahmed'di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı.
Selanik Evkaf (Vakıflar) Dairesi'nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed'i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü.
Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu...
Sarışın bir kız
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870'lerin başı deniliyor.
Rivayet odur ki:
Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında ak sakallı, nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, "Bu senin kısmetindir" diye müjde verip ortadan kayboldu.
Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti'nin kızı Hatice'ye gidip, "Bana evlenmek için sarışın bir kız bulun" dedi.
O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.
Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa'nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu.
Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi'nin ailesinin Yenikapı Mahallesi'ndeki evine gelin gitti.
Ali Rıza Efendi, "Gülzar-ı Cennetim Zübeydem" diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı'daki evde üç çocuk dünya getirdi:
Ahmed, Ömer ve Fatma.
Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.
Asker baba
Babası Hafız Ahmed'in Makedonya dağlarına gitmesinin birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik'te kurulan Asakir-i Mülkiye'ye, yani yardımcı askerler birliğine katıldı.
35 yaşındaydı; okuryazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması'ndan sonra askerliğe veda etti.
Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos Dağı'nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi.
Ege denizi kıyısında Paşaköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik'e 120 km uzaklıktaydı ama karayolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos Dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi.
Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer'i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma'dan sonra Ömer'i de kaybeden Zübeyde Hanım'ı bir korku saldı; "Ya Ahmed'ime de bir şey olursa?"
Hep Selanik'e dönmek istedi.
Ali Rıza Efendi'nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi'ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik'e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.
Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi.
O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed'in minik cesedini yerinden çıkardı.
Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti.
Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı.
Paşaköprüsü'nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım'ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak...
Ahmed'in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım'ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım'ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kabus gördü sürekli.
Üstelik hamileydi...
Ahmed'in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü.
Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.
Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı.
Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik'e götürdü.
Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi'nde üç katlı, pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.
Kardeşinin adı
Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi altüst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi'yi Rum eşkıyalar kaçırdı.
Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, "Rum eşkıyalar barınmasın" diye ormanı yakmıştı!
Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım'ın sinirlerini allak bullak etti.
İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi.
Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.
Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın, mavi gözlü bir oğlu oldu...
Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti.
Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı: Mustafa.
Mustafa; Ali Rıza Efendi'nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı.
Evet, "ölüler evine" benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal'in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti.
Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukları n üstesinden tek başına gelmeyi başardı.
Çağdaş Türkiye'nin kurtuluşu/kuruluş u bu zaferin sonucudur işte.
Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür.
Atatürk'ün doğumuna ilişkin belirsizlikler
Hangi tarihte doğdu?
Doğum tarihi, gün, ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal'in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu.
Müslüman aileler doğumları Kuran-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk'ün de doğumu evdeki iki Kuran-ı Kerim'den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.
Zübeyde Hanım, yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik'te "dondurucu kırklar" olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi.
Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu.
Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.
Doğum günü olarak "19 Mayıs 1881" tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?
Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak Atatürk'e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere'nin Ankara Büyükelçiliği'nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk'ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu.
Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı.
Özel Kalem Müdürü Soyak'a döndü, "Bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın" dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih.
İlginçtir, Atatürk'ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk'ün ölümünden tam iki yıl önce: "Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur."
Bu tarihten önce Atatürk'ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk'ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruyu 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü.
Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu karışıklığı Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti.
Pembe Ev'de mi doğdu?
Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul gören görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule'ye göre, ağabeyi Pembe Ev'de değil; babası Ali Rıza Efendi'nin ailesinin oturduğu Yenikapı'daki evde doğdu.
Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi'nin ailesinin yanına taşınmış olabilir.
Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev'de doğduğu kanısına varmıştı.
Pembe Ev'in sahibi kim?
Pembe Ev'i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi'nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir.
Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi'ye kiralandı.
Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye'yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa'nın çalıştığı Katipzadeler' in çiftliğine taşındı. Burada beş ay kaldılar.
Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Efendi'yle ikinci evliliğini yapınca tekrar Pembe Ev'e taşındılar. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti.
Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk'e hediye etti.
1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.
Sonuçta:
Osmanlı döneminde doğmuş her halk çocuğu gibi Atatürk'ün biyografisinde de belirsizlikler vardır. Bu bilinemezlikler, yaşamı boyunca bütün gücünü ve emeğini Türkiye için harcayan Atatürk'ü tanımamız için belirleyici/ tayin edici faktörler midir? Hayır.
Not:
Yeri geldi, bu notu eklemeliyim:
Bugünlerde bazı siyasetçiler Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi "seçkinci/elitist zümre" lafını kullanıyorlar. İsim vermeseler de sözleri hep Atatürk'ü hedef alıyor.
Oysa:
Atatürk'ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk'e seçkinler yakıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbay'lar, Kazım Karabekir'ler saltanatçı seçkinlerdi.
Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP'nin altı ok'undan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık:
Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP'den kopan toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğu oluyor; yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci öyle mi?
Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortada iken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi? KAYNAK: Soner Yalçın
omeralemdar
BİNBAŞI
BİNBAŞI
 
İleti: 1016
Kayıt: 09 Haziran 2008 00:01
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,2
Kilometre: 67057
Yakıt: benzin
Lastik Markası: Kumho Kh18 185/60/15
İsim ve Şehir: ömer alemdar /ANKARA

Re: ATATÜRK

İleti DOGAN » 09 Haziran 2008 18:40

: }
abi ne diyeceğimi bilmiyorum ellerine sağlık.
DOGAN
Moderatör
Moderatör
 
İleti: 331
Kayıt: 09 Haziran 2008 09:44
Konum: Pendik/İST.
Marka & Model: RENAULT CLIOIII
Motor Tipi & Gücü: 1,4 16V. 98 Bg.
Kilometre: 0
İsim ve Şehir: Doğan & Pendik/IST.

Re: ATATÜRK

İleti Emirreis » 09 Haziran 2008 18:47

ATAM İZİNDEYİZ....
Emirreis
ÜSTEĞMEN
ÜSTEĞMEN
 
İleti: 372
Kayıt: 09 Haziran 2008 16:58
Konum: Beylikdüzü - İstanbul
Marka & Model: Seat Leon
Motor Tipi & Gücü: 1.6 tdi
Kilometre: 50000
Yakıt: Shell
Lastik Markası: GOODYEAR
İsim ve Şehir: İSTANBUL


Sonraki

Muhabbet Sohbet

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyenler: Kayıtlı kullanıcı yok ve 54 misafir